Borç sömürgeciliği
Viewpoint Magazine’in emperyalizm konulu yeni sayısına uzun bir makaleyle katkı yapan ROAR Magazine editörü Jerome Roos’un yazısından bir bölüm.
Borcu kökenleri itibariyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyoruz. Borcun kökenleri sömürgeciliğin kökenlerinden yükselir. Bize borç verenler aynı zamanda bizi sömürgeleştirenlerdir. Bir zamanlar ülkelerimizi ve ekonomilerimizi yönetmiş olanlardır.
– Thomas Sankara (1987)
Tanrı bizi borçtan kurtardı ve buna şükretmeliyiz.
– Simón Bolívar (1825)
Bugün eski bir olgunun yeniden yükselişine tanıklık ediyoruz: borç sömürgeliği. ABD emlak balonu patladıktan ve yaşayan kuşağın hafızasındaki en ciddi kapitalist kriz patlak verdikten on yıl sonra, dünyanın dört bir yanında hükümetler, tarihsel olarak eşi benzeri görülmemiş kamu borçlarını yüklenmeye devam ediyorlar. Bazı durumlarda, en çarpıcı olarak da Avro bölgesinin periferi ülkelerinde ama aynı zamanda da bir dizi gelişmekte olan piyasada, dağ gibi biriken bu mali yükümlülükler, felç edici kamu borcu krizlerine yol açtı ve egemen kreditör güçlerin, borcun geri ödenmesini garanti altına almak amacıyla sıkıntı içindeki borçlu ülkelere aşırı müdahaleci uluslararası mali gözetim rejimleri dayatarak yabancı tahvil sahipleri adına saldırganca müdahalelerini harekete geçirdi. Özellikle de Yunanistan ve Porto Riko’nun mali bağımsızlığı artık laftan ibaret ama benzer süreçler uzun süredir başka yerlerde de yaşanmakta.
Günümüzde yaşanan bu deneyim, kuvvetli bir tarihsel yankıya sahip aslında. Karl Marx, ulusal borcun erken dönem modern Avrupa’da ortaya çıkışının, özel finansörlerin “devleti temlikine” yol açarak ve “borsa kumarına ve modern bankokrasiye sebebiyet vererek”, “ilksel birikimin en güçlü kaldıraçlarından” biri olduğunu yüz elli yıl önce gözlemlemişti. Bu dinamikler, Avrupa ve Amerikan sermayesinin Latin Amerika ve Akdeniz’in yeni bağımsızlık kazanmış ülkelerine ihracının, çoktandır devam eden “borç üzerinden mülksüzleştirme” sürecine uluslararası bir boyut kazandırdığı 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başı Emperyalizm Çağı’nda ivme kazandı. Bu dönem boyunca, egemen kreditör güçler sıkıntı içindeki borçlu ülkeleri, çoğu zaman zor gücü ile, düzenli biçimde dış mali denetime tabi tuttular. Mısır’ın 1882’de Britanya tarafından işgali, Almanya’nın 1898’de Yunanistan’da bir Uluslararası Mali Komisyon kurulmasına yönelik çabaları ve 1902’de Venezüella kıyılarında Avrupalı savaş gemilerinin belirmesi, bu konuda en öne çıkan örneklerden bazıları.
Bugün, bu gibi mali boyunduruk altına alma süreçleri yeni bir formda devam ediyor – örtmece “uluslararası kriz yönetimi” adı altında. 1982 Meksika borç krizinden bu yana, zengin kreditör ülkelerdeki bankalar ve tahvil sahipleri giderek artan şekilde kendi hükümetlerine ve IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşlara sırtlarını dayayarak gelişmekte olan dünyadaki krizin vurduğu borçlu ülkelere can yakıcı yapısal uyum programları empoze ediyorlar. Yirmi yıllık süre boyunca, uluslararası kreditörler – hem özel hem de resmi – yerel ekonomileri agresif bir şekilde yabancı sermayeye açıp Washington Konsensüsünün neoliberal imtiyazları doğrultusunda yeniden yapılandırarak, Arjantin’den Zaire’ye kadar Küresel Güney’in zenginliklerini talan etmeye devam ettiler. Bu sürecin sonucu, küresel periferideki kamusal ellerden gelişmiş kapitalist çekirdekteki özel ellere, gelişmekte olan ülkelerin Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kreditörlerine 1982’den bu yana faiz ödemeleri şeklinde tahminen 4,2 trilyon dolar – bu ülkelerin aynı dönemde aldığı devlet sektörü kalkınma yardımlarını kat kat aşan bir meblağ – aktardığı muazzam bir sermaye akışı oldu.1
Küresel finans krizinin ardından kapitalist merkezde bu yöntemlerin aynısı devasa bir ölçekte uygulanmaya başladı. Bunun sonucu ise yalnızca yeni bir “mülksüzleştirme yoluyla birikim” dalgası olarak görülmekle kalmayıp, bazı örneklerde ulusal egemenliğin fiilen ortadan kaldırılması oldu. Örneğin Yunanistan’ın çiçeği burnunda başbakanı Alexis Tsipras 2015 yazında Avrupalı kreditörlerine küçük düşürücü bir teslimiyete mecbur edildiğinde, Almanya’nın bağlaşığı bir ülkenin kimliğini açıklamak istemeyen bir diplomatı, teslimiyet şartlarını “Yunanistan’ı bir ekonomik sömürgeye dönüştürmeye yakın” diye tanımlayacaktı.2 Yanis Varoufakis, kısa süren maliye bakanlığı dönemini anlattığı anılarında, kreditörlerin mali göz korkutma taktiklerini “modern güç diplomasinin” bir örneği diyerek suçlayacaktı. Polonya’nın dışişleri bakanına ülkesinin Avro’ya katılmayı neden reddettiği sorulduğunda ise, tek yapması gereken şey, güneyi işaret edip “Yunanistan fiilen bir sömürge, aynı senaryoyu tekrarlamak istemiyoruz” demek olacaktı.
Bu süregiden gelişmeler, uluslararası kriz yönetimindeki çağdaş izlekler ile Avrupa ve Amerika’nın mali emperyalizm geçmişleri arasındaki ilişki hakkında bir dizi önemli soruyu gündeme getiriyor. İçinde bulunduğumuz çağ, egemen kreditör güçlerin tahvil sahiplerinin çıkarlarını korumak için borçlu ülkelerin içişlerine de düzenli şekilde müdahale ettiği 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başındaki “güç diplomasisi çağından” gerçekte ne kadar farklı? Bu iki dönem arasındaki devamlılıklar ve devamsızlıklar neler? Ateşli biçimde tartışılan ve polemik konusu edilen emperyalizm kavramı, mevcut konjonktürü anlamamıza yardımcı olan kullanışlı bir analitik araç işlevi görmeye hala devam ediyor mu? Cevap evetse, bu olgu üzerine klasik Marksist teoriler çağdaş küresel ekonomi politiğin kalbindeki asimetrik güç ilişkilerini aydınlatma konusunda bizi ne kadar ileriye götürebilir? Ve mevcut teorik çerçeveleri, günümüzde emperyalizmin belirleyici olmayı sürdürüşünü daha iyi yansıtacak şekilde yenilemek için ne yapılabilir?
Bu makalede, özgün Marksist çözümlemeler küresel kapitalizmin yaşadığı son dönüşümler ışığında kapsamlı bir revizyona ihtiyaç duysa bile, emperyalizmin, 21. yüzyıl başı için önemli bir belirleyen olmaya açık bir şekilde devam ettiğini öne süreceğim. Klasik kuramcıların geçerliliğini sürdüren katkısı, emperyalizm eleştirilerini, finansın emperyalist tahakküm ilişkilerini belirlemedeki merkezi rolüne vurgu yaparak, daha genel bir politik ekonomi eleştirisi içine yerleştirmekti. Bunun, çağdaş bir emperyalizm çözümlemesi için başlangıç noktası olarak kalması gerektiğini iddia ediyorum. Ancak öte yandan, klasik teoriler aynı zamanda bir dizi önemli kısıtlılıktan da mustarip. Bunlardan belki de en belirleyici olanı, emperyalist gücün daha aleni tezahürlerine (toprak ele geçirme ve askeri müdahale) vurgu yapma ve daha örtük, yapısal dinamiklerini (küresel finans sistemi üzerinden işleyişini) göz ardı etme eğilimleri ki bu onların, toprak işgali veya askeri müdahale olmadığında bile borçlular ile kreditörler arasındaki asimetrik güç ilişkilerini yerinde tutan altta yatan bağımlılıkların bazılarını görememelerine neden oluyor.
Çeviri: Eser Karacan/Dünyadan Çeviriler
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.