Can çekişen CENTCOM'u lağvedin
On yıllardır süren ve bir getirisi olmayan savaşlara trilyonlarca dolar harcayan Amerikalılar artık Ortadoğu’dan sıkılmaya başladı. Geçmişte yaşansa savaş çıkaracak saldırılar bugün olduğunda Amerikalılar hemen teslim bayrağını çekiyor.
Mesela, geçtiğimiz bahar aylarında İran’ın Suudi Arabistan’daki petrol tesislerine gerçekleştirdiği füze ve SİHA saldırılarının ardından Business Insider tarafından yapılan bir ankete göre Amerikalıların yalnızca %13’ü saldırılara karşı askeri bir tepki verilmesi fikrini destekledi. Ankete katılanların %25’i ise “ABD bölgenin işlerinden tamamıyla kendini soyutlamalı ve meseleyi Suudi Arabistan’ın tek başına halletmesine izin vermeli” cevabını tercih etti.
Geri çekilme taraftarları haklı. ABD’nin bölgedeki stratejisinin temelini oluşturan “sisli (bulanık)” teoriler yanlış. ABD bölgeden ayrılmakla sadece kendini son derece pahalı savaşların dışında tutmakla kalmaz aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın (CENTCOM) lağvedilmesi halinde (bölgede barış hâkim olması durumunda) yıllık 65-70 milyar dolar tasarruf eder. Bayağı iyi para...
Yeni yayımlanan makalemde, ABD’nin Ortadoğu politikasının petrol, İsrail ve terörizm olmak üzere üç ana madde etrafında inşa edildiğinden bahsettim. Trump hükümetinin Ulusal Güvenlik Stratejisi, kendinden önce gelen Obama ve Bush hükümetlerin izlediği yola paralel bir üslupla amacını şu ifadelerle açıklamaktadır; “... söz konusu stratejinin amacı, Ortadoğu’nun cihat yanlısı teröristler için bir üreme noktası veya güvenli bölge olmasını engellemek, istikrarlı küresel enerji pazarına katkı sağlayan diğer ülkeler ve ABD’ye düşman herhangi bir gücün eline geçmesine engel olmaktır.”
Hali hazırdaki ABD stratejisini değerlendirebilmek için, ABD bölgede olmasa dahi petrol, İsrail ve terörizm hususlarında istenmeyen gelişmelerin yaşanma ihtimalini hesaplamak lazım gelir. Daha başka bir şekilde anlatmak gerekirse, geri çekilmek orada durmaktan daha mı pahalı yoksa ucuz mu olur sorusuna cevap verilmelidir.
Petrol
ABD’nin bölgedeki stratejisinin en eski ve merkezi meselesi olan petrol ile başlayalım. Amerikalı politika uzmanları, uzun yıllardır ABD askerlerinin bölgedeki varlığının petrol üreticilerinin dünya enerji piyasasına ürünlerini ulaştırmasına tehdit oluşturabilecek tüm bölgesel savaşları ve diğer istikrarsızlaştırıcı faktörleri engellediğini savunmuştur. Yani bölgedeki ABD varlığının, fiyat istikrarsızlığını önlemekte olduğu ve dolayısıyla da ABD’nin ekonomik olarak büyümesine ve savaşma kapasitesine karşı potansiyel tehlikeleri engelleyerek küresel ekonomiyi bir girdap içine çekebilecek güçte ikinci ve üçüncü sınıf etkenlerin hayata geçmesini durdurmakta olduğu düşünülmektedir. Aynı kesim, askeri varlığın bir diğer getirisi olarak, bir ülkenin son derece yüksek petrol üretim kapasitesini kontrol altına alıp, petrol pazarı üzerinde kurduğu bu kontrolü kullanarak ABD ve diğer tüketicileri mali olarak rehin almasının engellenmesini de saymaktadır.
Akademik kesim ve uzmanlar her ne kadar bölgedeki ABD çıkarlarını petrol üzerinden değerlendirse de Amerikalı siyasi elit kesim bundan neredeyse hiç bahsetmez. Hatta aralarından bazıları buna inanmıyor dahi olabilir. Ancak, uzun zamandır yürürlükte kalmayı başaran politikaların arkasındaki varsayımlar çoğu zaman revizyon denemelerinin dikkatinden kaçar. Robert Vitalis’in “Oilcraft” kitabında betimlediği bu cadıvari düşünce tarzlarının altında yatan asıl sorun enerji piyasalarının Amerikalı dış politika uzmanlarının inandığı şekilde işlemediği gerçeğidir. Alanındaki en başarılı isimlerden biri olan petrol ekonomisi uzmanı M. A. Adelman’ın 2004 yılında feryat figan ilan ettiği üzere; “ABD petrol politikaları gerçekler değil fanteziler üzerine kuruludur.”
Politikalara yön veren kesim, 70’li yıllardan itibaren, petrol üreten ülkelerin Amerikan ekonomisine zarar vererek siyasi amaçlar için avantaj elde edilmesini sağlayacak “petrol silahı” ismini verdikleri konseptten korkmaya başladı. Bahsedilen bu silah kasten kullanılabileceği gibi savaşlar nedeniyle pekâlâ kendiliğinden de ateş alabilecek tür bir silahtı. Dönemlerinin en iyi uzmanları petrol fiyatlarındaki dalgalanmaların çoğunun sebebinin arz-talep dengesi değil siyasi istikrarsızlık olduğunu düşünmekteydi. (Sonraki yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda asıl failin arz talep dengesindeki uzun dönemli değişiklikler olduğu ortaya çıktı.)
Petrol, dünya pazarlarında alıp satılabilen, ticari deyimle misli maldır. Petrol piyasalarını anlatmak için literatürde sık kullanılan bir misal vardır. Boş bir küvet piyasayı temsil eder, üreticiler küveti suyla doldurur ki su burada petrolü temsil eder, tüketiciler de tıpayı açarak petrolü piyasadan çeker. Bu misalde önemli olan parametreler, küvete ne kadar suyun girdiği, küvetin kaç tıpasının olduğu ve bu tıpaların ne büyüklükte olduğudur.
Ortadoğu ülkeleri dünyadaki petrol ve diğer sıvı yakıt arzının yaklaşık %30’unu karşılamaktadır ki bu göz ardı edilmeyecek kadar büyük bir paydır. Bu ülkeler eğer küvete gerektiğinden az veya fazla su dökerse dünyadaki fiyatlar etkilenir. Bu noktadan hareketle, enerji alanında uzman iki isim 2013 yılında yayımladıkları çalışmada “Amerikalıların Basra Körfezi’nden ithal ettiği şey aslında o malum siyah sıvının kendisi değil o sıvının fiyatıdır” tezini ortaya koydu.
70’li yıllarda ABD’de baş gösteren mali karışıklığın müsebbibi olarak Arapların petrol ambargosunu göstermek siyasetçilerin işine gelmesine geliyordu ancak bu bir yalandı. Henry Kissenger daha sonraları “Yıllar Süren Karışıklık” isimli kitabında bu yalanı şu ifade ile itiraf edecekti;
“Petrol piyasasının yapısı hakkında anlayabildiklerimiz o kadar kısıtlıydı ki ambargo bizim odaklandığımız ana endişe noktası oldu. Ambargonun kaldırılması hususu beş ay boyunca adeta bir takıntıya dönüşmüştü ama aslına bakıldığında Arap ambargosunun pratikteki önemi sembolik bir jestten öte değildi.”
70’lerdeki yakıt kuyruklarının ve petrol fiyatlarındaki şok etkisinin sebebi tabi ki ambargo değildi. ABD’nin bölgedeki politikaları bu hususta büyük etkenlerden biriydi. 2011 yılında Libya’daki rejim değişikliği, 2012’deki İran-ABD gerginliği ve diğer ABD politikası çerçevesinde girişilen işler nedeniyle petrolün fiyatı ve istikrarsızlığı geçici bir süreliğine arttı.
Modern çağdaki çalışmalar henüz petrol fiyatlarındaki yukarı yönlü şokların mali bir felaket olduğu tezini ispat edebilmiş değildir. Bu tür şokların günümüzde 70’lerdekine kıyasla çok daha küçük boyutlu mali zarar yaratacak olmasının sebebi ABD gibi ülkelerdeki enerji maliyetlerinin ekonomik yükünün her geçen gün daha da azalmasıdır. Fiyatların aniden yükselmesi halinde devletlerin ve şahısların elindeki rezervler bu yükselişin etkilerini hafifletmekte kullanılabilir.
Politika belirleyici kesim, bir devletin aradan sıyrılıp tüm bölgeyi kontrol etmesinden ve böylelikle dünya arz dengesi üzerinde haddinden fazla nüfuz sahibi olarak petrol özelinde tek başına piyasa kurucu bir aktöre dönüşmesinden endişe etmektedir. Bu senaryo gerçekleştiği taktirde bir uzaylı istilasına nasıl cevap vermemiz gerekirse o şekilde askeri bir müdahale haliyle masaya gelir.
Ortadoğu'daki hiçbir ülkenin tüm bölgede egemen olması gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Amerikalıların en çok endişe duyması gereken ülke İran’dır. Ancak ülke bugün bakıldığında her açıdan berbat halde olup, ABD’nin bırakın askeri müdahaleyi “maksimum baskı” moduna girmesi bile İran’ın bölgede egemen olmasının önüne geçmek için fazlasıyla yeterlidir. Anthony H. Cordesman tarafından kaleme alınan, Körfez bölgesindeki askeri dengeleri anlatan çalışmada da belirtildiği üzere; “İran’ın kara kuvvetlerinin konuşlanma alışkanlıkları daha çok savunmaya yöneliktir. Bu kuvvetlerin uzun menzilli manevra kabiliyetleri son derece sınırlı olup Arap Körfez ve müttefik hava gücü karşısında hayatta kalması mümkün değildir.” İran ordusu toprak ilhak etmek için konuşlanmış ofansif bir askeri güç değildir. Bazıları İran’ın Hürmüz Boğazını kapatmaya yönelik bir hamlesinin imasına dahi tahammül edememektedir ancak bu alanda çalışanlar arasında en kötümser olanları dahi İran’ın boğazı kapatmak gibi son derece dramatik bir işe kalkışması için “felaketvari” seviyede saldırılara maruz kalması gerektiğinde mutabıktır.
Bir diğer senaryo da Amerikalıların bölgeyi terk etmesinin ardından Rusların veya Çinlilerin bölgeyi ele geçirerek Amerikalıların bıraktığı yerden eski sistemi devam ettirebileceği üzerine kuruludur. Bu devletlere Ortadoğu’ya hâkim olmaları için gaz verecek kişi onlara ancak kötülük yapmış olur. Bırakalım Amerika yerine Pekin veya Moskova yönetimi Ortadoğu’yu yönetmek için para, ilgi ve askeri güç israf etsin. Bu bizim işimize gelir.
Ortadoğu’daki ABD askerleri petrol fiyatının istikrarını koruyan bir faktör değildir. Bölgedeki petrol üzerinde hiçbir ülkenin mutlak hakimiyet kurabilmesi mümkün değildir. Ortadoğu’daki Amerikan askeri varlığını gerektirecek petrolle alakalı bir durum söz konusu değildir.
İsrail
Değinilmesi gereken diğer bir husus da Amerika’nın bölgedeki ortaklarının özellikle de İsrail’in güvenliği ve güç pozisyonudur. Örneğin, Başkan Donald Trump geçenlerde yaptığı konuşmada “İsrail’i korumak istememizin dışında Ortadoğu’da olmamızı gerektiren bir durum yoktur” demişti.
Bu hususta da tıpkı petrol konusunda olduğu gibi İsrail’in güvenliğinin nasıl bölgedeki sert bir Amerikan askeri duruşuna ihtiyacı olduğu pek açık değildir. İsrail Savunma Kuvvetlerinin (IDF) 67’de Mısır, Suriye ve Ürdün’den oluşan koalisyonu 6 Gün Savaşı’nda yerle bir etmesinden sonra başlayan süreçte İsrail Ortadoğu’daki çıkarları için gayet agresif bir şekilde çalışmasına rağmen neredeyse hiç bedel ödemedi ve bildiğini okumaya devam etti. Terörizm İsrail için önemli bir meseledir ancak meselenin beraberinde getirdiği tehlike devletin bekasını tehlikeye atacak düzeyde değildir. İlaveten, Filistinlilerle bir anlaşma noktasında yol alınması halinde bu tehlikenin boyutu daha da azalacaktır. Konumuza dönecek olursak, bölgedeki ABD askeri varlığı Yahudi devletinin terörizm ile ilgili probleminin çözülmesi için herhangi bir fayda sağlamamaktadır.
Konvansiyonel askerî açıdan bakıldığında İsrail gerek bire bir gerekse ittifak kurabilecek potansiyel düşmanları karşısında kalite hususunda çok büyük bir avantaja sahiptir. İlaveten, aralarında denizaltıların da bulunduğu çeşitli platformlara dağıtılan en az 90 nükleer bomba, İsrail’in bekasını tehdit edebilecek herhangi bir devlete karşı güvenli bir “ikinci saldırı” kapasitesi manasına gelmektedir. Ayrıca, son 20 yıldaki ABD politikaları nedeniyle iyice azan mezhep çatışmaları bataklığı İsrail’e yarardan çok zarar getirmiştir.
Terörizm
Son olarak elimizde terör mesele kalmaktadır. Ortadoğu’daki Amerikan politikasının temel yapıtaşlarının 11 Eylül saldırılarından on yıllar önce yürürlüğe konulduğu göz önüne alındığında, politika zaten yürürlükteyken hasıl olan bir meselenin aynı politikanın varlığını haklı gösterdiğini düşünmek absürttür. Açıkça konuşmak gerekirse, Terörizmin, Ortadoğu’nun askeri manada Amerika tarafından yönetilmesini gerektirecek büyüklükte bir tehdit olduğuna dair en ufak bir kanıt yoktur. Savaş bölgeleri dışında bir Amerikalının terör saldırısı sonucu ölmesinin ihtimali 1970-2012 arasında yaklaşık olarak dört milyonda birdi. Bu son derece düşük bir istatistiktir. 2002 yılında dahi aklı başında olan risk analistleri anti-terör politikaları hakkında “hali hazırda zaten son derece düşük olan bir istatistiği çok ufak bir miktar daha aşağıya çekmek için ne kadar parayı gözden çıkarmalıyız?” tarzı soruları sormaya başlamıştı bile.
Bu sorunun üzerinden 20 yıl geçtikten sonra bizlerin geldiğimiz noktada “şu anda harcadığımız kadarından çok daha azını” cevabını vermeye hazır olmamız gerekir. Amerikan halkının İslami terörizm ile olan savaş için ödediği vergi miktarı (nereden baktığınıza bağlı olarak bu meblağ yıllık 50 ile 150 milyar arasındadır) ile terörizmin oluşturduğu tehlike arasında dağlar vardır. Eğer birisi ABD hükümetlerinin terörizme gösterdiği reaksiyon için kullandığı risk analizini kullanarak bir yatırım fonu yönetmeye çalışsaydı o fonun ömrü pek de uzun olmazdı. İlaveten, ABD’nin Ortadoğu politikasının hali hazırda zaten yaşanma ihtimali aşırı düşük olan yeni ve büyük çaplı bir terörist saldırının (İHA temelli hava saldırıları ve özel operasyon baskınlarını bu kategorinin içine almadığımızı varsayabiliriz) ihtimalini ne kadar azalttığını hesaplamak zor bir iştir. Doğrusunu söylemek gerekirse ABD politikaları bu tür bir saldırının olma ihtimalini arttırmış dahi olabilir.
Kötü Harcanan Parayı Kurtarmak
ABD’nin Ortadoğu’da istediği neredeyse her şeye (petrolün akması, terörizm tehdidinin kısıtlanması, kendini savunabilecek güçte bir İsrail) bölgedeki devletlerin ABD’den daha fazla ihtiyacı vardır. Ellerindeki petrolü satamamaları durumunda bölgedeki ülkeler büyük zararlara uğrayacaktır. Tek bir ülkenin diğerleri üzerinde egemen olacak kadar büyümesine mâni olmazlarsa bu bölgede savaş çıkması kaçınılmaz olur ve hatta birçok devletin tarihe gömülmesi tehlikesi ortaya çıkar. Ek önlem olarak, Washington yönetimi ABD karşıtı teröristlere yardım eden devletlere karşı ağır yaptırımlar uygulamayı da masada tutmalıdır.
ABD’nin Ortadoğu’daki sorunların çözümü için gereken cevaplara sahip olmadığı geçtiğimiz son 20 yılda elde edilen tecrübelerle sabittir. Ancak iyi haber şu ki ABD’nin bu cevaplara zaten ihtiyacı yoktur.
Hatalı mantıklar üzere kurulmuş olup son derece pahalı olan dış politikalar ya üzerine koyarak düzeltilmeli ya da tamamen terk edilmelidir. Dahili ve harici pek çok sorun ile karşı karşıya olduğumuz ve bu sorunların bizden daha fazla para ve zaman talep ettiği şu dönemde Ortadoğu’da devriye atmak için kullandığımız yıllık 70 milyar doları pekâlâ daha iyi bir iş için harcayabiliriz.
Politikalara yön veren kesimin yapması gereken, on yıllardır can çekişmekte olan CENTCOM’u lağvedip acısını dindirmek ve buradan gelecek parayı başarı oranı daha yüksek olan diğer öncelikler için harcamaktır.
War on the Rocks için kaleme alınan, Mepa News tarafından Türkçeleştirilen bu makalede kullanılan dil ve ifadeler, akademik çalışmalara orijinal haliyle kaynaklık edebilmesi için olduğu gibi aktarılmıştır. Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.