Mustafa Özel

Mustafa Özel

Zenginlerin komünizmi

Zenginlerin komünizmi

Modern devlet, kredi ile ayakta durabilen tuhaf bir yaratıktır. Krediyi esas olarak kimden mi alıyor? Vatandaşından! Kâğıt para kullanan herkes, devletine o miktarda “faizsiz borç” vermiş oluyor. (Dolar gibi hegemonik bir parayı kullananlar ise o parayı basan devlete faizsiz borç veriyorlar!) Borç, devletin kamçısıdır, amennâ! Lâkin kamçı çoğu zaman dönüp vatandaşın sırtında patlıyor.

Komünizm idealde bir cemaat dayanışması ise, finans kapitalizmi kredi mekanizmalarına hükmeden küçük bir azınlığın dayanışmacı soygunudur. Millî devletlerin onda dokuzu bu sürecin pasif acenteleridir. Kaşlarınızı çatmayın hemen: Modern devlet, kredi ile ayakta durabilen tuhaf bir yaratıktır. Krediyi esas olarak kimden mi alıyor? Vatandaşından! Kâğıt para kullanan herkes, devletine o miktarda “faizsiz borç” vermiş oluyor. (Dolar gibi hegemonik bir parayı kullananlar ise, o parayı basan devlete faizsiz borç veriyorlar!) Borç, devletin kamçısıdır, amennâ! Lâkin kamçı çoğu zaman dönüp vatandaşın sırtında patlıyor! Çok mu karışık oldu? Mesele bu kadar çetrefil olmasaydı, sizi Momo’nun metruk tiyatrosundan alıp “Katedral İstasyon”daki “Para ve Hakikat” vaazına götürür müydüm?

Duvarları kâğıt para desteleriyle örülü, içinde canından bezmiş insanların para çuvalları altında iki büklüm koşturup durduğu ve hiçbir trenin kalkmadığı bu tuhaf istasyonda, saf bir itfaiyecinin tekinsiz bir kadının çantasını taşırken, “tepsisinde birkaç iskambil kâğıdı bulunan” ve kendisine “Katedral İstasyon”un hisse senetlerini pazarlamak isteyen bir Fırıldak Nuri’den kurtulmaya çalıştığını.. hatırlayacaksınız. Fırıldak ile o heyecanlı tartışma sırasında İtfaiyeci, kadının emanet çantasını kaybeder. Sonra öğrenir ki, çantada zaman ayarlı bir bomba vardır. Hoparlörden de sürekli azalan sayılar duyulmaktadır: Oniki bin 903, 902, 901... O heyecan ve karmaşa içinde katedraldeki mumlar devrilir ve yangın çıkar. Paralar alev alıp yanmaya başlar. Bir iktisat profesörünün bilgi ve hitabet gücünü aratmayan rahip efendiyse mihrapta vaaza başlamıştır: “Para en önemli hakikattır. Hakikat da bir maldır ve arz/talep yasasına tâbidir. Bu yüzden tanrımız kıskanç bir tanrıdır, nezdinde başka tanrılara göz yummaz. Paraya sahip olan, hakikata da sahip olmuş demektir. Parası olanın, her şey elinin altında olur...” Bu arada İtfaiyeci mumları söndürmekle meşguldür. Vaiz öfkelenir: “Para her şeye yeter! İnsanları alışveriş yoluyla bir araya getirir. Her türlü değeri bir başkasına dönüştürebilir. Zihni maddeye, maddeyi zihne çevirir; taşı ekmek yapar ve hiçlikten değer yaratır. O her şeye kadirdir, o tanrıdır.”1

Biraz kâğıt para tarihi okumuşsanız, “hiçlikten değer yaratma” ifadesini görünce zihniniz hemen William Paterson’a kayar, İngiltere Merkez Bankası’nın (Bank of England, 1694) kurucusuna. Tuhaf ama bu ismi ilk olarak bir şairden, Ezra Pound’dan duymuştum. İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde (1939) kaleme aldığı “Para Ne İşe Yarar?” yazısına şu keskin hükümle başlıyordu: “Yaklaşık olarak değil, tam manasıyla vazıh bir para anlayışı kazanmadıkça, şu kavga gürültü sona ermeyecek ve aklıbaşında, istikrarlı bir yönetime sahip olmayacağız.” (Kâğıt) paranın mahiyetini anlatmaya ise Paterson’ın banka ortaklarına yaptığı ilk konuşmaya atıfta bulunarak giriyordu: “Kâr edeceğiz çünkü Banka hiçten var ettiği (out of nothing) paraların faizinden kazanç sağlayacaktır.” O halde, diyordu şair, bankerin yoktan var ettiği bu ‘para’ nedir?2

Kamu kredisi ve kamu borcu

Yoktan veya karşılıksız var edilen şey aslında para değil public credit idi, kamu kredisi. Bank of England’ın (BoE) kuruluş yıllarındaki tartışmalarda önemli bir yer tutan Charles Davenant, kredi kavramını şöyle izah ediyordu: “Sadece insan zihninde var olan” şeyler arasında, krediden daha fantastik ve hoş hiçbir şey yoktur. Umut ve korku gibi tutkularımıza dayanır; birçok kez çağırılmadan gelir, genellikle sebepsiz çekip gider ve bir kez kayboldu mu, zor geri alınır. Kredinin yani borç alma/vermenin “ilk 5000 yıllık” tarihini yazan David Graeber, 17. yy sonlarında İngiliz devletini bir savaş makinasına dönüştüren BoE girişiminin arkasındaki parasal işbirliğini “zenginlerin komünizmi” olarak nitelendiriyor.

Londra ve Edinburghlu kırk para babasından (moneyed interests) oluşan bir konsorsiyum, III. William’dan 1.2 milyon Sterlin kredi karşılığında, “banknot ihracında tekel hakkına sahip” bir banka imtiyazı talep etmiş ve bu hususta anlaşmışlardı. BoE direktörlerinden Lord Josiah Charles Stamp’e atfedilen şu satırlar, Paterson’un işaret ettiğimiz konuşmasını teyit etmektedir: “Modern bankacılık sistemi, hiç yoktan para imal eder. Süreç belki de bugüne kadar icat edilmiş en şaşırtıcı sihirbazlıktır. Bankacılık kötülükte tasarlanmış ve günahta doğmuştur. Bankacılar yeryüzünün sahibidir; dünyayı ellerinden alın, kredi yaratma gücü sayesinde bir kalem darbesiyle onu geri almaya yetecek kadar para yaratacaklardır.” Graeber bu sözün muhtemelen uydurulmuş olduğunu ama uydurma olmasının gerçek olmasından daha önemli olduğunu belirtiyor; çünkü boyuna tekrarlanıp durmaktadır. “Bankacılar sadece sahtekâr ve sihirbaz değiller. Günahkârdırlar, çünkü Tanrı rolü oynuyorlar.”3

Saygın iktisat tarihçisi David Armitage, BoE’ın 300. kuruluş yıldönümünde kaleme aldığı yazıda, İngiltere’nin “dünya tarihindeki muhteşem yerini” bir dizi devrime (Püriten Devrim, Siyasî Devrim, Bilim Devrimi, Sanayi Devrimi...) borçlu olduğunu, fakat bunlar arasında en önemlisinin savaş ile ticareti birleştiren Finans Devrimi olduğunu vurguluyordu. Bu devrim sayesinde “ticarî ve askerî güçler ayrılmaz biçimde iç içe geçtiler: Para savaşın sinir ve kasları (sinews of war) haline geldi.” Paterson, hükümdara şöyle yazıyordu: “Uluslar şimdi her şeye ve bilhassa kılıca, Paranın ne ölçüde hükmettiğini görüyor ve eskiden nasıl olmuşsa olsun, bugünün Savaşlarının artık demirle değil altınla kazanıldığını anlıyorlar.”4 Paterson’un banknotları yeni altındı. Graeber bu yüzden, modern kapitalizmi oluşturan en büyük etkenin, BoE sayesinde meydana gelen ve banknot kullanımını yaygınlaştıran “dev bir finansal mekanizma” olduğunun altını çiziyor. Para babalarının devletten alacaklarını temsil eden banknotlar halk arasında dolaşıyor, böylece dolaylı olarak devlet halka borçlanmış oluyordu.

Bu kamu borcunu (public debt) ileride ödeyecek olan da halktan başkası değildi; çünkü teminat olarak gösterilen, halktan gelecekte toplanacak vergilerdi. İngiliz, Fransız ve diğer Avrupa krallıklarının “ulusal” borçları yol, köprü, kanal gibi inşa faaliyetleri için değil, “şehirleri bombalamak, esir kampları inşa etmek için” alınmış borçlardı. “Kâğıt para borç paraydı , borç para savaş parasıydı.”5 Devlete borç verenler ilk elde “komünist para babaları” olsa da, karşılığında bastıkları banknotları halka aktardıklarından, borcu veren halk oluyordu.

Onun için kamu kredisi diyoruz. Peki nihayette borcu kim ödeyecekti? Eski usul yani özel kredi (private credit) sistemi devam etseydi, kral borcu ya öder ya ödemezdi. Savaşı kaybedebilir, ölebilir veya hazinesi iflas edebilirdi. Kamu kredisi yeni sistemde kamu borcuna (public debt) dönüşüyordu, devlet borcu. Yani? Kral ölse veya yerine başkası geçse bile, para babalarının alacakları “toplanacak vergilerden” mutlaka ödenecekti. Biz gözümüzü böyle bir sistemde açtığımız için, zenginlerin komünizminin ne denli yeni bir olgu olduğunu farketmiyoruz.

Modernliğin bireyini ortaya çıkaran işte bu borçlanma süreciydi. Birey, devlete borç verebilendi. Mülkiyet, eskiden devletin (Kralın) halka lütfuydu; şimdi ise halkın, devlete verdiği borçla hak ettiği şeydi. Hobbes ve Locke gibi siyaset filozoflarının devletin inşâsında sosyal sözleşme, bireycilik ve mülkiyet vurguları bu yüzdendi. Güliver’in Seyahatleri yazarı Jonathan Swift, bu yeni icat ve kurnazlıkların daha önce hiç bilinmediğini yazıyordu: “Eskiden Toprağın Değeri ile ölçülen Ulusal Zenginlik şimdi Hisse Senetlerinin Yükseliş ve Düşüşleriyle hesaplanıyor.” Robinson Crusoe yazarı Daniel Defoe ise herkesin kamu kredisi ile meşgul olduğunu, lâkin “kırk kişiden birinin bile bunun ne olduğunu anlamadığını” söylüyordu: “Herkes konuyla Alakadar, fakat pek az kimse meseleyi anlıyor; kamu kredisinin tarif ve tasviri ise pek kolay değil.” Kredi, para ve devlet artık iç içe geçmişti: “Ulusun Kredisi... onun Siyasî Hayatıdır. Para, Savaşın sinir ve kaslarıdır. Kredi, Paradır. Para, Papacılığa muhalefetimizin Can Suyudur, Fransa’ya karşı İttifakımızın da. Bu çağda Kredi Yoksa, Para da yoktur!”6

Borçlu ve suçlu olmak!

Katedral İstasyon hikâyesi 1983 yılında yayımlandı, ABD’de “altın gişesinin kapandığı” ve bu yüzden kâğıt paranın artık resmen karşılıksız basılabileceği tarihten 12 yıl sonra. Fakat aslında kâğıt para 17. yy sonlarından beri karşılıksız basılıyor, Sistem “alacaklıları” halkın gelecekte ödeyeceği vergilere yönlendiriyordu. Hikâyenin kritikçilerinden Heike Polster, kapitalist sistemin geleceği şimdiki zamanın içine soktuğunu, sistemin vaizlerinin (iktisatçılar!) tüm zenginliğin kaynağının “geleceğin kendi üzerindeki getirisinden kaynaklandığını” söylediklerini belirtiyor. “Şimdi hoşlandığımız şey onun gelecekteki kârıdır. Şimdiki servetimiz ne kadarsa, istikbaldeki getirimiz o kadar büyük ve istikbaldeki getirimiz ne kadarsa, şimdiki servetimiz o kadar büyük olur.”

Katedraldeki rahibin şu sözleri sadece modern çağın değil, sanki bütün zamanların finans gerçekliğine tutulmuş bir fener gibiydi: “Bizler kendi kendimizin mütemadi alacaklı ve borçlularıyız, ve borçlarımızı kendimize bağışlıyoruz. Amîn!” Vaizin burada kullandığı Almanca özgün kelime Schuld borç manasına geldiği gibi, suç manasına da geliyor. “Herkesin başkası pahasına zengin olduğu bir dünyada, herkes zengin olur ve kimse maliyeti hesaba katmaz. Ah, mucizeler mucizesi!”7

Bu arada hoparlörden duyulan sayılar azalmaktadır: Onbin 518, 517... İtfaiyeci oradakileri hayatî tehlikeye karşı uyarmaya çabalasa da, kulak asmaz ve kendisine saldırırlar: “O bir kâfir, buraya nasıl girebilmiş?” Nasıl anlamışlar acaba kâfir olduğunu? “Hisseniz var mı?” diye bağırır vaiz. Olumlu cevap alamayınca da gürler: “Kâfir! Öldürün onu!” Bayılıncaya kadar döverler.

Kendine geldiğinde, katedralin günah çıkarma hücresinden küçük bir çocuğun hıçkırıklarını duyar gibi olur: “Sevgili Tanrım! Neredesin? Dünya nerede kaldı... Onu bulamıyorum... Artık burada değil... ben çoktan öldüm... Ya da henüz dünyaya gelmedim...” Öykümüzü fazla romantik veya gerçeküstü bulanları, Voltaire’in 1726’da ziyaret ettiği Londra Kraliyet Borsası’nı tasviriyle başbaşa bırakalım: “Birçok adliye saraylarından daha saygıdeğer, bütün milletlerin temsilcilerinin insanlığın hayrı için buluştukları bir yer. Orada Musevî, İsevî ve Muhammedî sanki aynı dine inanıyorlarmış gibi birbirleriyle muamele yapar ve sadece iflas edenlere kâfir derler.”8

NİHAYET için kaleme alınan bu yazıda yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.


1. Michael Ende: Ayna İçinde Ayna: Bir Labirent, İstanbul: Kabalcı, 2005, s. 56.

2. Ezra Pound: Selected Prose, 1909-1965, London: Faber and Faber, 1973, s. 260.

3. David Graeber: Borç: İlk 5000 Yıl, İstanbul: Everest, 2015, s. 359.

4. David Armitage: “The Projecting Age: William Paterson and the Bank of England,” History Today, June, 1994, s. 5.

5. Graeber, s. 361.

6. Natalie Roxburgh: Representing Public Credit, London: Routledge, 2016, s. 18 ve 51.

7. Heike Polster: “Corrupting Capitalism: Michael Ende’s Momo and ‘Cathedral Station’,” Studies in 20th and 21st Century Literature, Volume 40, Issue 2, 2016. (Türkçe çeviri genelde güzel olmakla beraber, 56. sayfasındaki vaazın bu kısmında zorlanmış gözüküyor. Yeni baskıda göz önüne alınmalı!)

8. Voltaire: Letters Concerning the English Nation, Oxford: Oxford University Press, 2009, s. 30.

Bu yazı toplam 4383 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Mustafa Özel Arşivi