İsmail Bahadır

İsmail Bahadır

Cihadi harekete bir bakış - 3: Hilafetin ilgası, siyasi boşluk ve uyanış ekolleri

Cihadi harekete bir bakış - 3: Hilafetin ilgası, siyasi boşluk ve uyanış ekolleri

Yazı dizisinin bir önceki bölümlerinde zikretmiş olduğumuz süreçler, İslam aleminin tamamıyla işgal altına alınması, siyasi bir güç olarak İslam'ın hiçbir temsiliyetinin kalmaması sonucunu doğurdu.

Hilafetin ulaştığı nokta

Bu sonucun nihayeti de, İslamiyetin siyasi ve dini olarak dünya üzerinde bir otorite olduğunun delili niteliğindeki hilafet müessesesinin ortadan kaldırılmasıyla yaşandı. Esasen hilafet kurumu, Abbasileri güçten düştüğü ve halifenin Kahire'ye taşındığı 1260'lı yılların ardından, temel etki ve gücünü yitirmişti. Hilafet kurumu, yerini sultanlıklara, melikliklere bırakmış, İslam aleminde daha farklı bir süreç yaşanmıştı. Bu süreçte halifeden ziyade İslam alemine çeşitli sultanlar liderlik ediyor ve dış güçlerin saldırılarından bu vesileyle korunuyordu.

Osmanlı Devleti'nin padişahlarından Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında hilafeti İstanbul'a taşıması da bu sürecin devamını teşkil etti. Yine de sembolik olsa da bu kurum kendisini sürdürmeyi ve ihtiyaç duyulacağı zamanlara dek yaşamayı sürdürdü. İslam aleminde ve dahası dünyada sultanlığın/krallığın bir anlayış olarak çökmeye başlamış olması yeni bir süreci de beraberinde getirecekti. Bilhassa bu süreçte İkinci Abdulhamid, Osmanlı Devleti'nin güçten düştüğü ve sultanın eski pozisyonunu yitirdiği bir düzlemde, hilafetin İslam alemi açısından bulunduğu pozisyonu ihya etme ve yeniden kullanma girişimlerinde bulundu.

Esasen, özellikle Müslüman halklar nezdinde, bir halifenin varlığının, meşruiyetinin ve tesirinin halen baki olduğu da kısmen görülecekti. Zira asırlardır halifenin siyasi bir aktör olarak bu ünvanla ön plana çıkmamasına rağmen, dünyadaki çeşitli Müslüman şahıs ve halklar, halifeyi halen bir merci olarak kabullenebiliyorlardı. Uzakdoğu Asya'dan ve Türkistan'dan Batı Afrika'ya dek çeşitli hareketlerin halifeyi halen bir otorite olarak kabulü bunun bir göstergesiydi. Ki bu gerçek, bir önceki yazıda aktardığımız direniş hareketlerinin tabiatında da tezahür ediyordu.

Nihayetinde Osmanlı Devleti de dağıldı, esasi toprakları olan Anadolu, Balkanlar, Suriye, Irak ve Filistin işgal edildi. Hilafetin merkezi olan İstanbul'un da işgali bunun zirve noktasıydı. Böylece artık ne bir halife ne de önderlik edebileceği hür bir Müslüman halk kalmıştı. Yine de hilafet makamının-müessesesinin bekası, gelecek namına Müslümanlar açısından bir merci olabilirdi. Ancak Allah, hilafetin tamamen ortadan kalkmasını takdir etti ki bunda da Müslümanlar için bir maslahat olduğundan söz edilebilir. Hilafetin ilgasıyla, bu kurumun yeni dünya sistemi dahilinde Müslümanları baskı altına alan ve mücadeleden uzak tutacak bir merci olması da imkansızlaşmış oldu.

Yeni dönem ve hilafetin ilgası

Hilafetin ilgasının altında yatan temel sebep esasen, Osmanlı Devleti'nin yerine kurulan yönetimin kendisi için belirlediği gelecek tasavvuruydu. Temeline Batılılaşma ve ilerlemeciliği alan ve Türk milliyetçiliğinin anayasal bir tanımını yapan bu yeni yönetim, modern ve seküler bir Türk milleti düşüncesi oluşturmayı başardı. Bunu kırsal bölgelerde olamasa da şehirlerde büyük ölçüde hükümran kılabildi. Böylece yeni Türk milleti de, modern dünyanın diğer ulus devletleri gibi bir ulus devlete sahip olabilecek, İslam ise bu devlette siyasi-sosyal açılardan hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Hal böyleyken, bu yeni devletin uluslararası arenada İslami bir önderlik iddiası taşımasına sebep olabilecek olan ve bizatihi siyasi bir kurum niteliği taşıyan hilafetin de, yeni Türk devletinde bir yeri kalmadı. Bu hem sürecin bir getirisi hem de yeni siyasi yönetimin gelecek tasavvurunun bir neticesiydi.

Hal böyleyken, yeni yönetim içerisindeki tartışmalar, karşılıklı yayın ve propagandalar neticesinde, zaten büyük ölçüde işlevsiz kalmış olan hilafet kurumu tamamen kaldırıldı. Bu durum, İslam aleminin 1492'de Endülüs ile başlayan düşüş sürecinin son halkası niteliğindeydi. Hilafetin de ortadan kalkmasıyla, siyasi açıdan İslam aleminin elinde hiçbir şey kalmamış oldu. Bu sebeple 1924 yılını, siyaseten dibin görüldüğü, böylece yükselme girişimlerinin başladığı yıl olarak niteleyebiliriz.

Oluşan boşluk

Elbette hilafetin ortadan kaldırıldığı haberine İslam dünyası çeşitli tepkiler verecekti. Zaten işgal altında olan ve dış gelişmelerle hemhal olma şansı oldukça az durumdaki İslam alemi, ilk başta bu haberlere itimat etmedi. Ardından haberlerin kesinleşmesiyle, bilhassa Türkiye'deki yeni yönetimin Osmanlı Devleti'nden kalan mirası sürdüreceği düşüncesine sahip olan kimseler adına büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Hilafetin ortadan kalkmasıyla başlayan süreç, Osmanlı'nın son dönemine şahitlik eden ve Arap alemiyle bağları olan kimselerin de vefat etmeye başlayacağı 1950'li yıllarla beraber, Türkiye'nin İslam aleminden büyük ölçüde kopmasıyla devam edecekti.

Hilafetin ilgası ve askeri işgal süreçleri elbette beraberinde büyük bir boşluk da getirecekti. Sultanlıkların ve hassaten Osmanlı Devleti'nin çöküşünün kesinleşmesi ve yeni bir dünya sisteminin doğacağının anlaşılmasıyla, İslam aleminde farklı arayışlar ortaya çıkacaktı. İşgallerin ardından çoğunlukla manda yönetimlerinin tesis edildiği İslam aleminde bu arayışlar genellikle sivil toplum üzerinde vuku buldu. Ancak bunun yanı sıra, bilhassa milliyetçi-ulusalcı kesimlerde, Batılı devletlerle iş birliği ve kurulan mandacı yönetimlerin bir parçası olma düşüncesi de mevcuttu.

İslam aleminin verdiği refleks

İslam aleminde oluşan yanıtları ve bu yanıtlar paralelinde neşet eden cihadi hareketi anlayabilmek için, bu süreçte oluşan boşluğu idrak edebilmek gerekir. Askeri işgallerle zaten sarsılmış olan İslam alemi, yeni döneme hazırlanmak için yavaş yavaş kıpırdanmaya başladığı bir süreçte de hilafetin ilgası haberini almış, bu İslam alemine, yüzlerce yıldır hiç akıllarına gelmeyen bir sorunu göstermiştir. Hilafetin ihyası ve asla dönüş... Önceden de söylemiş olduğumuz üzere, her ne kadar zaman zaman özünü ve siyasi etkisini yitirse de, Müslümanların lideri olan halifenin makamı her zaman bekasını korumuş, Müslümanların böyle bir meselesi hiç olmamıştı. Daha çok, yerel olarak bir direniş ve uyanışı sağlamak, bunun ardından, zaten mevcut olan hilafetle bir ilişki kurmak gibi bir düşünce tarzı hakimdi.

Ancak şimdi, boyutu herkesin çabasını aşan ve meseleye çok daha farklı bir yaklaşım getirmeyi gerekli kılan bir problem vardı: Siyasi olarak İslam'ın küresel varlığını ihya edebilmek. Elbette bunu yapmak, aynı zamanda yeni seküler ulus düşüncelerini aşabilmeyi, bu düşünce üzerine eğitilen Müslüman halkları tekrar eğitebilmeyi, Batı tarafından kurulan rejimlerin meşruiyetini ortadan kaldırabilmeyi ve hilafeti tesis etmek üzere birçok Müslüman halkı omuz omuza getirebilmeyi kapsıyordu. Sorun bu olduğu için, bu sorunu aşabilmek de İslam aleminin onlarca yılını alacaktı ki halen bu problemin aşılması için çabalar sürmektedir.

Hilafeti ihya edebilmek için Mısır ve Hindistan başta olmak üzere farklı coğrafyalarda girişimlerde bulunuldu. Özellikle bu iki coğrafya, entelektüel, sosyal ve siyasi açıdan o dönem İslam'ın en etkin, en hareketli bölgeleriydi. Fakat ortadaki en büyük sorun, bu Müslümanların tamamen sivil olması, yaşadıkları bölgelerin ise İngiliz hakimiyeti altında bulunmasıydı. Başını İngilizlerin çektiği işgal güçleri ise hilafetin ihyası ve devamında Müslüman halkların tekrar güçlenme sürecine girmesi gibi bir durumdan elbette hoşnut olmayacaklardı. Tüm bu etkenler bir araya geldiği zaman, 1924 yılının hemen ardından hilafeti yeniden ihya etmeye yönelik hızlı girişimlerden bir netice alınamadı. Zaman içerisinde Batı destekli rejimlerin güç kazanması, seküler ulusların yükselmesi, aydınlar nezdinde İslamiyetin ehemmiyetinin azalması, hilafet tartışmalarının da zayıflamasına sebebiyet verdi. İşgaller ve hilafetin ilgasıyla oluşan boşluk siyaseten doldurulamadı.

Bu aşamada, İslam aleminde üç ana refleksin olduğu dikkat çeker:

- İlk olarak, seküler yahut dini ulusların inşası yoluna gidilmesi. Bilhassa milliyetçi hareketler çeşitli ideolojik yaklaşımlarla bu yolu izlemişlerdir. Osmanlı'ya yönelik Arap isyanlarında, her ne kadar Arap halkları bu isyana katılmasa da, isyanı tertip edenlerin de temel maksadı buydu. Yıkılması kesinleşen Osmanlı'nın enkazından en az hasarla çıkıp kendi devletlerine sahip olabilmek. Diğer milliyetçi-ulusalcı hareketler de bu yolu izledi. Mısır, Türkiye, Suriye, Irak, Hindistan (Pakistan) gibi çeşitli coğrafyalarda yeni uluslar doğdu. Bunların hepsi de, ideolojilerinde farklılıklar olmakla beraber, dünyanın benimsediği yeni siyaset felsefesini merci olarak kabul edecekti.

- İkinci olarak, yazı dizisinin ikinci bölümünde de bahsettiğimiz geleneksel direniş hareketlerinin neşet etmesi. Bu hareketlerin tabiatı, belirttiğimiz üzere, geleneksel ve işgalciyi çıkarmayı amaçlayan silahlı mücadeleydi. Ancak ortada siyasi, ideolojik veya sosyal açıdan geleceğe hitap edebilecek yahut devamlılık sağlayabilecek bir temel bulunmuyordu. Bu doğrultuda söz konusu hareketler uzun ömürlü olamadı. İkinci Dünya Savaşı öncesine gelindiğinde birçoğu son bulmuştu. Yine de, kendilerinden sonra gelecek olan İslami hareketlere temel teşkil ettiler.

- Üçüncü ve son refleks ise, Müslüman aydınların öncülük etmeye çalıştığı, siyasi ve sosyal bir ittihat düşüncesiydi. Arap dünyasında ve ötesinde birçok İslami yapı bu maksatla çalışmalar yürütürken, İslam'ın yeniden siyasi bir kimlik olması, Müslümanlığın ihyası ve İslami rejimler kurulması düşüncesi hakimdi. Elbette bu refleksi gösterenler arasında da birçok fikri ihtilaf mevcuttu ki ilerleyen yıllarda bu ekol içerisinden birçok farklı akım ortaya çıktı.

Uyanış ekolleri

Bizim üzerinden gideceğimiz ekol ise üçüncü ve son ekol olacak. Bu ekolleri ana hatları itibarıyla tanımladıktan sonra bu bölüme nokta koyacağız. Söz konusu ekollerin detaylarına ve cihadi hareketle olan ilişkilerine ise ilerleyen bölümlerde -inşallah- temas edeceğiz. Yine de belirtmemiz gerekir ki, bu ekoller cihadi hareketlere ve diğer İslami yapılara ciddi bir temel teşkil etmişlerdir.

Bu ekollerin ana hatları (cihadi hareketin teorisyenlerinden Ebu Musab es Suri'nin de "uyanışın okulları" olarak aktardığı kategorizasyona olan katkısıyla) şöyledir:

- Müslüman Kardeşler (İhvan) ve bu düşünceyle hareket metodunu benimseyen çeşitli yapılar. Bunlar Mısır'ı temel almakla beraber Güney Asya, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası'nın geneline yayıldılar ve içlerinden birçok hareket neşet etti.

- Geleneksel ıslah, ihya, tebliğ ve davet hareketleri. Bunlar birçok farklı noktada farklı dinamiklerle ortaya çıkarken, her biri oldukça farklı yol ve yöntemlere sahipti. Özellikle Hint Altkıtası bu açıdan münbit bir coğrafya oldu. Yine Arap Yarımadası'nda, Şam'da, Irak'ta, Mısır'da ve diğer yerlerde bu eğitimci-ıslahçı hareketler oluştu.

- Selefi-öze dönüşçü hareketler. Bunlar da birçok farklı bölgede, bilhassa İslami ilimlerin yayılması ve tabana inmeye başlamasıyla güç kazandı. İçlerinden birçok yapı doğdu. Geleneksel hareketlere benzemekle beraber, ilmi anlamda gelenekselin dışındaki bir ilmi birikimden de istifade ettiler.

- Hizbut Tahrir ve bağlantılı yapılar. Özellikle siyasi açıdan hilafetin ihyası düşüncesini dillendiren bir yapı oldu.

Tüm bu hareketler o dönemde yavaş yavaş neşet eden ve bugüne dek genel itibariyle ulaşan hareketlerdir. Bugün oluşan cihadi ve İslami akımlar, net şekilde bir silsile halinde bunlara dayanmamakla beraber, esasında tüm bunların ortaya koyduğu faaliyetlerin bir ürünüdür. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde ayrıntılara inilmesiyle meselenin daha derinlemesine izah edilebilmesi temennisiyle...


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 3413 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
1 Yorum
İsmail Bahadır Arşivi