Demokratik yüzyılın sonu
Demokratik Yüzyılın Sonu
Otokrasinin Küresel Yükselişi
2. Dünya Savaşı’nın doruk yaptığı günlerde, Time Dergisi'nin kurucusu Henry Luce,”ABD öylesine büyük bir mali varlık ve güç topladı ki, 20. yüzyıl tarih sayfalarında “Amerikan Yüzyılı” olarak anılacaktır”. Kendisinin bu öngörüsü doğru çıktı zira ilk önce Nazi Almanya’sı ve daha sonra da Sovyet Rusya tarafından kendisine kafa tutulmasına rağmen ABD rakiplerini alt etmeyi başardı. 2000 yılına gelindiğinde dünyanın en güçlü ve en etkili ülkesi tartışmasız olarak ABD olarak görünüyordu. Sonuç olarak, 20. yy sadece bir ülkenin domine ettiği bir yüzyıl olmasının yanı sıra, aynı ülke tarafından dünyaya yayılan politik sistemin yani liberal demokrasinin de yüzyılı oldu.
Demokrasi dünyanın dört bir yanında kabul görmeye başladığında, bu sistemin dünyayı etkisi altına almasının en büyük nedeninin sistemin albenisinin karşı konulamazlığı olduğu düşünüldü. Hindistan, İtalya veya Venezuela’daki bir vatandaşın hala bu ülkelerdeki siyasi sisteme sadık olmasının tek sebebi ancak, bu şahsın hem kişisel haklara hem de kolektif birey tanımına kadim ve derinden gelen bir bağlılık göstermesi olabilirdi. Ama Polonyalılar ve Filipinliler diktatörlükten demokrasiye geçiş yapmaya başladılarsa, bu ancak bu milletlerin, herkesin liberal demokrasiye duyduğu evrensel insani arzuları taşıdığı anlamına gelebilirdi.
Ancak, 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen olaylar farklı bir bakış açısıyla da değerlendirilebilir. Dünya milletleri demokrasiye sadece normları ve savunduğu değerler için değil aynı zamanda en etkili ekonomik ve jeopolitik başarıya ulaşma yöntemi olduğu için ilgi duydular. Sivil idealler, daha önceki otoriter rejimler altında hayatlarını sürdüren ve bundan memnun olan milletlerin, ikna edilmesinde kesinlikle etkili bir rol oynadı. Ancak, Batı Avrupa’nın 50’lerde ve 60’larda mali açıdan muazzam şekilde gelişmesi, Demokratik bloğun Soğuk Savaş’tan galip çıkması ve demokrasinin en güçlü otokratik rakiplerinin çökmesi veya bertaraf edilmesi de bu süreçte aynı derecede etkili oldu.
Demokratik hegemonyanın materyal temellerinin incelenmesi, bu ideolojinin en büyük başarı hikâyelerinin farklı bir boyutu olduğunu gözler önüne sermekle kalmaz, aynı zamanda demokrasinin günümüzde içinde bulunduğu krize karşı bakış açısını da değiştirir. Liberal demokrasiler, vatandaşlarının yaşam standartlarını iyileştirme noktasında sürekli olarak gerilemeye başladıklarından beri, Brüksel’den Brezilya’ya, Varşova’dan Washington’a, liberalizmi reddeden popülist hareketler baş göstermeye başladı. Vatandaşların, demokrasi altında yaşama istekleri her geçen gün azalıyor. Buna örnek olarak yapılan anketlerde, 65 yaş üstü Amerikalıların 2/3’si demokratik bir yönetim altında yaşamanın vazgeçilemez olduğunu düşünürken, 35 yaş altı Amerikalılar arasında bu oranın %30’lara gerilemesi gösterilebilir. Hatta belirli bir kesim otokratik alternatiflere daha da açık halde; 1995-2017 yılları arasında, askeri bir idare altında yaşamayı tercih edeceğini ifade eden Fransız, Alman ve İtalyan vatandaşlarının sayısı üç katına çıktı.
Dünyadaki seçim sonuçları incelendiğinde bu görüşlerin sadece fikri manada tercihlerden ibaret olmadığını, mevcut statükonun karşısında cephe alan derin ve altı dolu bir temenni üzerine kurulu, aşırıcı siyasi partilerin ve adayların kolayca harekete geçirebileceği bir fay hattı olduğu sonucu çıkmaktadır. Sonuç olarak, demokrasinin en temel kural ve normlarının çoğuna saygı duymayan, otokrasi yanlısı popülistler son 20 yılda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da hatırı sayılır gelişme gösterdiler. Bu süreçte paralel şekilde, otokrasi savunucusu olan önemli isimler Asya’nın büyük bir kısmında ve Doğu Avrupa’da demokratik kazanımları geriye çevirmekle uğraştı. Peki, öngörülemez bu gelişmeler, dünyadaki askeri ve mali dengelerin değişmesi ile açıklanabilir mi?
Bu soru bugün her zamankinden daha da önemli hale gelmiştir zira gelişmiş ekonomileri ve birbirine benzer müttefik belirleme kıstasları olan bir dizi demokratik devletin uzun süredir devam eden hegemonyası artık sona yaklaşıyor. 1990’lardan itibaren, eskiden Soğuk Savaş döneminde dünyanın çeşitli noktalarında Sovyetler Birliğine karşı Batı’nın oluşturmuş olduğu demokratik ülkeler ittifakı küresel çaptaki gelirlerin çok önemli bir kısmının kontrolünü ele geçirdi. Yeni yüzyıla girilen dönemde İngiltere ve ABD gibi oturmuş demokrasiler küresel çapta gayrı safi yurtiçi hasılaların büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. 20. yy’ın ikinci yarısında, ABD’nin liderliğini yaptığı, demokrasi ile hükmedenlerin meydana getirdiği oluşum hem coğrafi hem de kurumsal yapı olarak genişleyerek Japonya ve Almanya’yı içerisine almasıyla beraber, liberal demokratik cephenin dünya üzerindeki etkisi daha da ezici hale geldi. Bugün, 100 senedir ilk defa, bu bloğun küresel gayrı safi milli hasılalar içerisindeki payı %50’nin altına gerilemiş durumda. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tahminlerine göre, önümüzdeki 10 yıl içerisinde bu oran %30’lar seviyesine inecek.
Aynı zamanda, demokrasilerin baskınlığı azalırken, otoriter devletlerin elinde tuttuğu mali gücü hatırı sayılır şekilde arttı. 1990 yılında Freedom House tarafından “özgür olmayan” kategorisine konulan ülkeler dünyadaki toplam gelirin yalnızca %12’sine sahipken, bugün bu oran %33’e çıkarak, Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği 30’lu yılların ilk dönemindeki istatistikleri yakalamakla kalmayıp, Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın en güçlü olduğu dönemlerde ulaşılan zirve istatistikleri de geride bıraktı.
Sonuç olarak, dünya şu anda etkileri muazzam olacak bir kilometre taşına yaklaşmaktadır: önümüzdeki 5 yıl içerisinde “özgür olmayan” ülkelerin (Çin, Rusya, Suudi Arabistan vb.) küresel gelirdeki payı Batılı liberal demokrasilerin payını geçecek. Sadece 25 yıllık bir zaman diliminde liberal demokrasiler eşi benzeri görülmemiş bir mali kuvvet konumundan, yine eşi benzeri görülmemiş bir mali zafiyet içerisine düşmüştür.
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinin oluşturduğu geleneksel liberal demokrasi bloğunun, geçmişteki muazzam baskınlığı tekrar geri kazanması, kendi içlerinde demokratik sistem karşıtlığının artması ve dünya ekonomisindeki paylarının sürekli düşmesi sebebiyle her geçen gün daha da imkânsız hale gelmektedir. Bu noktada gelecek bize iki olası senaryo sunuyor: ya dünyanın en güçlü otokratik devletleri, liberal demokrasilere dönüşecek ya da sonsuza kadar süreceği düşünülen demokrasinin baskın olduğu dünya düzeni tarihe sadece birbirine düşman siyasi sistemlerin kavga dönemi öncesindeki kısa bir geçiş dönemi olarak geçecek.
Mali güç
Mali olarak güçlü olmak devletlere birçok açıdan yarar sağlar ancak bunlardan belki de en önemlisi, devletin kendi sınırları içerisinde oluşan istikrar ortamıdır. Siyaset bilimci Adam Przeworski ve Fernando Limongi’nin ispatladığı üzere fakir demokrasiler çoğu zaman çöker. Bu iki ismin yaptıkları araştırmalara göre sadece GSMH miktarı 14.000 dolar seviyesinin üzerinde olan “varlıklı” demokrasiler görece olarak güvence altındadır. Mesela, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ile derin bir şekilde müttefik olan “zengin” Avrupalı devletlerin hiçbirisi demokratik yönetim namına bir çöküş yaşamadı.
Demokrasiye istikrar getirmesinin yanı sıra, mali güç aynı zamanda devletlere, diğer devletlerin gelişimine etki etme imkânı kazandıran birkaç araç da getirir. Bu araçların en etkilisi ise kültürel nüfuzdur. Batılı liberal demokrasinin zirve yaptığı zamanlarda ABD ( ve uzantısı Batı Avrupa) dünyanın en ünlü yazar ve müzisyenlerine, en çok izlenen televizyon dizileri ve filmlerin, en ileri sanayi ve en saygın üniversitelerine ev sahipliği yapıyordu. 1990’larda Asya ve Avrupa’da yaşayan gençliğin zihninde şu dürtü yankılanıyordu: Batı’nın akıl almaz varlığından bir parçaya sahip olma arzusu, bunun için Batı’nın yaşam tarzını arzulanması, bunun içinse Batı’nın siyasi sisteminin birebir taklit edilmesi…
Mali güç ve kültürel saygınlık bir araya geldiğinde ortaya devasa bir siyasi etki çıktı. Örnek olarak, ünlü Amerikan pembe dizisi Dallas 1980’lerde Sovyet Rusya’da yayınlanmaya başladığında, bu diziyi izleyen Ruslar, Amerikan banliyölerinde insanların varlık içinde yaşadığını gördüler ve kendi hallerine bakıp, acaba bizim mali sistemimiz neden bu kadar geriye düştü diye merak etmeye başladılar. Dallas dizisinde rol alan Larry Hagman yıllar sonra övünçle şu sözleri söyleyecekti; “Direkt veya dolaylı olarak Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünden biz sorumluyuz. Sistemin ve başındakilerinin sorgulanmaya başlanmasının nedeni Sovyet vatandaşlarının fikirlerine olan bağlılıklarından zayıflığı değil, bildiğiniz açgözlülükten ibaretti.”
Batılı demokrasilerin mali yırtıcılığı gerektiğinde daha da sert bir şekilde kullanıldı. Söz konusu ülkeleri küresel ekonomik sisteme dâhil etme vaadi veya onları bu sistemden dışlama tehdidi ile o ülkelerdeki siyasi meselelere müdahale edildi. 90’lı yıllarda, Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret Organizasyonu gibi birliklere üye edilme vaadi, Doğu Avrupa, Türkiye ve Asya’daki Tayland ve Güney Kore gibi bazı ülkelerde o bölgenin yönetimleri tarafından ciddi demokratik reform adımları atılmasını sağladı. Bu duruma paralel şekilde, Batılı devletlerin uyguladığı ambargolar Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i 1. Körfez Savaşı sonrasında bir süre kontrol altında tutmayı başardı. Benzer şekilde bu tür ambargolarla Kosova Savaşından sonra Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç de koltuğundan dolaylı bir müdahale ile indirildi.
Son olarak, mali güç çok kolay bir şekilde askeri güce çevrilebilir. Bu durum da, liberal demokrasilerin dünya üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmıştır. Batılı demokrasilerin askeri gücünü arkasına alan siyasiler kendi ülkelerinde kurdukları demokratik sistemlerin varlığını bir nevi garanti altına almış oluyordu. Güç kullanılarak devrilmesi neredeyse imkânsız olan rejimlerin de doğal olarak meşru olduğu kabul edilmek zorundaydı. Askeri güç aynı zamanda, demokrasinin diplomasi ve sahadaki asker sayısının getirmiş olduğu tehtid yoluyla yayılmasının da önünü açtı. Ukrayna ve Polonya gibi coğrafi olarak, büyük bir demokratik güç ile büyük bir otoriter güç arasında bulunan ülkeler işbirliği yapmaları neticesinde daha teknolojik ve güçlü askeri donanımlara sahip oldular. Batılı devletlerin sömürgeleri olan bölgeler, efendilerinin siyasi sistemlerini taklit etmeleri karşılığında bağımsızlıkla ödüllendirildi. Bu sayede, Kanarya Adalarından, Doğu Afrika’ya dünyada irili ufaklı birçok demokrasi ortaya çıktı. Almanya ve Japonya gibi iki büyük gücün, demokratik bir anayasaya sahip olma serüveni ise bizzat bu ülkeleri işgal eden askerlerin gözetiminde gerçekleştirildi.
Kısacası, mali gücün liberal demokrasi ideallerin yayılmasında oynadığı rolü geri plana atarak, “demokratik yüzyılın” hikâyesini tam olarak anlamak mümkün değildir. Bu aynı zamanda, liberal demokrasinin geleceği hakkında yorum yapmak veya sağlıklı tahminler üretmek için, demokrasinin lokomotif ülkelerinin sürekli olarak mali güç kaybına uğradığını ve bunun önümüzdeki yıllarda dünyada bir değişime yol açabileceği ihtimalini de hesaba katmak zorundayız.
Gerilemenin tehlikeleri
İlk bakışta, liberal demokrasinin kurumsal olarak en sağlam köklere sahip olduğu Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın geleceği açısından, zenginliğin istikrarın oluşmasında önemli bir rol oynaması iyi bir durummuş gibi görünebilir. Ne de olsa, bu ülkeler güçten düşmeye başlasalar dahi, Kanada’nın veya Fransa’nın, daha önce bahsi geçen ve demokratik sistem için yıkılma tehlikesi manasına gelen GSMH olarak 14.000 dolar seviyesinin altına inilmesi insan aklına sığmaz. Ancak, “toplam varlık” 2. Dünya Savaşı sonrasında Batılı demokrasileri ayakta tutan mali başlıkların sadece bir tanesiydi. Demokratik bloğun bu dönemdeki başarısının anlaşılabilmesi için üç farklı mali konu başlığını daha incelemek gereklidir: göreceli eşitlik, toplumun tüm kesimleri için sürekli yükselen gelir trendi, genel manada otoriter rejimlerin, demokratik bloğa göre çok daha fakir olması.
Bugüne kadar demokratik blok bahsedilen, mali konu başlıklarında açık ara öndeydi ancak yıllar geçtikçe aradaki fark yavaş da olsa sürekli kapandı. Mesela ABD’de neler olduğuna bir göz atalım. 70’li yıllarda, en zengin %1’lik kesin, vergi öncesi gelirlerin %8’ini kontrol ederken, bugün bu oran %20’nin üzerindedir. 20. yüzyılın büyük bir kısmında, insanların aylık gelirleri enflasyondan arındırılıp incelendiğinde, her kuşağın bir öncekinden ortalama iki kat fazla gelire sahip olduğunu görürüz ancak son 30 yıldır, insanların gelirlerinde herhangi bir artış olmadı. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin alım gücüne dayalı GSMH oranı Sovyetlerin 2-3 katıydı; bugün ise bu oran Çin’in değerlerinden %10 daha azdır.
Otokratik rejimlerin, liberal demokrasi ile yönetilen devletlerle mali performans noktasında rekabet edebilme kabiliyetine ulaşması önemli ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. En etkili olduğu dönemde komünizm, gelişmekte olan dünya ülkeleri üzerinde liberal demokrasiye kafa tutabilmişti. Ancak en güçlü olduğu zamanlarda bile, kapitalizm karşısında zayıf bir alternatifti. 50’li yıllara gelindiğinde Sovyet Rusya ve onun uydu devletlerinin kontrol ettiği toplam gelir dünyanın %13’üne tekabül ediyordu. Sonraki 40 yılda ise bu oran düzenli şekilde gerileyerek 1989’da %10’a geriledi. Komünist devletler vatandaşlarına kapitalist Batı’nın rahat yaşam tarzıyla rekabet edebilecek bir yaşam tarzı sunamıyordu. 1950 ile 1989 arasında, Sovyetler Birliği’nin kişi başına düşen milli geliri, önceleri Batı Avrupa’nın %70’ine denk iken bu oran sonraları %50’lere kadar düştü. Alman yazar Magnus Enzensberger’in de Lenin tarafından yazılan bir makalenin başlığına atıfta bulunarak söylediği gibi; artık Sovyet sosyalizmi “en yüksek geri kalmışlık seviyesi” manasına geliyordu.
Otoriter kapitalizmin yeni ortaya çıkan tiplerinin Sovyet Rusya gibi ileride mali açıdan bir gerilemeye dönemine girmesi pek tabi mümkündür. Ancak şu ana kadar, Arap Körfez ülkeleri ve Doğu Asya’daki otoriter kapitalist düzen –güçlü bir devlet unsurunun görece serbest piyasa ve yeterli seviyede mal güvenliği hakları ile birleşmesi—yoluna gayet iyi bir şekilde devam ediyor. En yüksek kişi başına düşen milli gelir oranına sahip ilk 15 ülkeden 9 tanesi demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerdir. Görece başarısız otoriter rejimlere sahip İran, Kazakistan ve Rusya gibi ülkeler dahi kişi başına düşen milli gelirlerini basit adımlar atarak 20.000 dolar seviyesine çekebilecek durumdadır. 20 yıl öncesine kadar kişi başına düşen milli gelir olarak çok gerilerde olan Çin de arayı hızlı bir şekilde kapatmaya devam ediyor. Ülkenin kırsal kesimlerinde bu oran günümüzde de düşük olmasına rağmen Çin, şehirlerde bu oranı yükseltebilecek kapasitede olduğunu ispatladı. Çin’de şehirleşmenin en yoğun olduğu bölgelerde 420 milyon insan yaşarken, bu bölgelerde kişi başına düşen milli gelir 23.000 dolardır. Bir başka deyişle, yüz milyonlarca insan “otoriter bir rejimin sağladığı modern hayatın” tadını çıkarıyor. Çin’i örnek alan daha fakir ülkeler artık biliyor ki, ülkelerinin tıpkı Çin gibi takdire şayan refah seviyelerine ulaşması için liberal demokrasi trenine binmek zorunda değiller.
Otoriter yumuşak güç?
Bu dönüşümün sonuçlarından birisi de, otokratik rejimler arasında ideolojik manada kendine güven duygusunun artması ve bununla beraber, bu rejimlerin Batılı demokrasilere çeşitli müdahalelerde bulunma gücünü kendinde bulması oldu. Bu konuyla alakalı son iki yıldaki en büyük örnek, Rusya’nın ABD’de yapılan 2016 seçimlerini etkilemeye çalışmasıydı. Rusya’nın Batı Avrupa’daki etkisi ise çok daha büyük işler başaracak hale gelmiş durumda. Örnek olarak, Rusya, İtalya ve Fransa’da siyasi arenada hem sağ hem de sol aşırıcı partilere son 20 yıldır mali destek vermektedir. Diğer Avrupa ülkelerinde ise bu durum çok daha ciddidir. Eski Alman şansölyesi Gerhard Schröder ve eski Avusturya şansölyesi Alfred Gusenbauer gibi emekliye ayrılmış etkili siyasiler eliyle Rus propagandası yapılır hale gelindi.
Bu noktada sorulması gereken soru Rusya’nın liberal demokrasilere müdahale noktasında yalnız kalıp kalmayacağıdır. Bu sorunun cevabı ise kesinlikle hayırdır zira otoriter güçlerin toplum içerisinde derin ayrılıklar olan liberal demokrasilere yaptığı müdahalelerin gayet etkin ve başarılı olması Rusya’nın izinden giden diğer devletlerin de iştahını kabartıyor. Çin’in yurtdışında yaşayan vatandaşları üzerinde ideolojik baskı kurma çabalarına hız vermesi ve ana bilgi merkezlerinde Konfüçyüs Enstitüleri kurmaya devam etmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu ilaveten, bu meseleye has bir bütçe oluşturmak suretiyle Suudi Arabistan son iki yıldır kendi adına çalışan kayıtlı ABD lobicilerin sayısını 25’ten 145’e çıkartma başarısını gösterdi.
Batılı demokrasiler ve otoriter rejimler arasındaki teknolojik ve ekonomik güç dengesinin değişmesi, Batılı demokrasileri dış kaynaklı müdahalelere karşı daha savunmasız kılarken aynı zamanda otoriter rejimlere de kendi değerlerini yayma hususunda daha rahat hareket etme fırsatı vermektedir. Akademik yayınlar, popüler kültür, yabancı yatırımlar ve hibeler başlıklarında otoriter rejimlerin yumuşak gücü şimdiden hissedilir hale gelmiştir. Örnek olarak, birkaç yıl öncesine kadar dünyanın önde gelen üniversitelerinin hepsi liberal demokrasi ile yönetilen ülkelerdeydi ancak otoriter rejimler bu açığı hızla kapatmaya devam ediyor. Times Higher Education (Times Yüksek Eğitim) tarafından yapılan son ankete göre, dünyanın en iyi 250 enstitüsünden 16 tanesi Çin, Rusya, Suudi Arabistan ve Singapur gibi demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerin sınırları içerisindedir.
Ancak otoriter rejimlerin yumuşak gücünün belki de en önemli kalemi, demokratik devletlerin bir zamanlar kayıtsız şartsız ellerinde tuttukları, haberlerin sunulma ve dağıtılmasının kontrolünü yavaş yavaş da olsa zayıflatmış olmalarıdır. Geçmişte Sovyetlerin propaganda kanalı Pravda’nın ABD topraklarında birkaç bin takipçiye bile ulaşması mümkün değilken, günümüzde devlet eliyle kurulup yönetilen Katarlı El Cezire, Çinli CCTV ve Rus RT haber ajanslarının hazırladığı içerikler her gün milyonlarca Amerikalı tarafından tüketilmektedir. Bu da hem Batı’nın medya içeriği üzerindeki hegemonyasının yıkılması hem de yabancı devletlerin el uzatamayacağı sivil bir alanı idame ettirme kabiliyetinin sona ermesi anlamına gelmektedir.
Sonun başlangıcı?
Geçtiğimiz yıllara damga vuran uzun süreli demokratik istikrar döneminde ABD hem kültürel hem de ekonomik olarak baskın olan süper güçtü. Sovyetler Birliği gibi otoriter rakipler ekonomik olarak hızlı bir şekilde gerilerken ideolojik savaşı da kaybetti. Sonuç olarak, hem daha fazla bireysel özgürlük ve kolektif özgüven vaat eden hem de yaşanması daha kolay olan bir hayata davet eden demokrasi zafer kazandı. Başarı getiren bu maddelerle alakalı herhangi bir sıkıntı yaşanmaması halinde demokrasinin geleneksel kalelerinde bir sorun patlak vermesi için hiçbir neden görünmüyordu. Hatta sayısı sürekli olarak artan otoriter rejimlerin de eninde sonunda kendi kendilerine demokratikleşeceğine dair haklı umutlar beslenmekteydi.
Ancak, Batılı liberal demokrasilerin dünyanın en etkili kültürel ve ekonomik gücü olduğu dönem artık sona eriyor olabilir. Liberal demokrasilerin kurumsal olarak güçlü eskime sinyalleri verdiği günümüzde, otoriter popülist kesimler, liberal olmayan demokrasi formatında yeni ideolojik alternatifler geliştiriyorlar. Diktatör oldukları apaçık olan isimler vatandaşlarına Batı’nın en zengin ülkeleriyle her geçen gün daha iyi rekabet edebilen refah düzeyleri sunabiliyorlar.
Batılı liberal demokrasiler belki de tekrar baskın güç olabilir. Bunun için, ekonomik bir takım gelişmelere ihtiyaç vardır. Pek tabi, otoriter devletlerin son zamanlarda gösterdiği mali atılımın ömrü kısa sürebilir. Rusya ve Suudi Arabistan gelir kaynağı olarak büyük oranda yeraltı kaynaklarına bağımlı durumdadır. Çin’in son yıllardaki büyüme oranları da sürekli yükselen borç balonu ve ülkenin sahip olduğu insan gücü kaynakları yardımıyla bu derece yüksek oranlara ulaştı ancak, bu eğilim ülkenin bir süre sonra elindeki avantajları bitirmesinin ve yaşlanan nüfusun üretimde krizlere yol açmaya başlamasından sonra sürdürülebilir olup olmadığına beraber şahit olacağız. Diğer cenahta ise, gelişmiş Batılı ülkelerin mali performansı artabilir. 2007 küresel krizinin etkilerinin geçmesiyle beraber Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin ekonomileri tekrar hayat bulması halinde, liberal demokrasinin kaleleri bir kez daha modernize otokrasilerle olan arayı açabilir.
Dolayısıyla, demokratik ve otokratik devletler arasında güç dengelerinin ne hızda ve hangi ölçekte yaşandığını analiz ederken biraz dikkatli olmakta fayda var diyebiliriz ancak Batılı devletlerin son 30-40 yıllık GSMH büyüme değerleri incelendiğinde, nüfusun yaşlanması ve düşük üretim oranı artışları nedeniyle bu devletlerin 2007 krizinden çok daha önceleri otokratik devletlerin hızının altında kaldığı aşikârdır. İlaveten, Rusya ve Çin sınırları içerisinde henüz gelişme sürecinin başlamadığı geniş topraklar var. Bu da, bu iki ülkenin hali hazırdaki büyüme modellerine sadık kalması halinde hatırı sayılır mali kazanımlar elde etmeye devam edeceği anlamına gelmektedir.
Liberal demokrasiler için bir diğer umut kaynağı ise, dünyada her geçen gün daha fazla sözü geçmeye başlayan Brezilya, Hindistan ve Endonezya gibi devletlerin, demokrasi bloğunun kötü gidişatına dur deme ve demokratik değerlerin dünyaya yayılmasına yardım etmeye başlayacakları düşüncesidir. Ancak bunun için hali hazırdaki yol haritasında büyük çaplı değişiklikler olması gerekir zira siyaset bilimci Marc Plattner’in de dediği gibi; “bu ülkelerin dış politikalarını belirleyen faktörler arasında liberal demokrasinin müdafaası tarihsel olarak hiçbir zaman olmadı.” Örnek olarak, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, Rusya’nın kınanmasını öngören BM tasarısında oy kullanmamayı tercih ettiler. Rusya’ya karşı ekonomik önlemler alınmasına da karşı çıktılar. Bir diğer örnek olarak, bu ülkeler devletlerin internet üzerinde daha fazla kontrol sahibi olması gerektiği noktasında otokratik devletlerle aynı safta yer aldılar.
Dünya sahnesine yeni yeni giren demokrasiler, tarihi olarak Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Doğu Asya’nın bazı bölgelerindeki sağlam demokratik devletlere kıyasla istikrar konusunda çok geridedirler. Son yıllarda Türkiye’de hala devam etmekte olan demokratik gerileme, Arjantin, Endonezya, Meksika ve Filipinlerde esen demokrasi karşıtı rüzgârlar, önümüzdeki yıllarda bu ülkelerin bazılarının “kusurlu demokrasiler” olarak kalacağını bazılarının da otoriter rejimlere dönüşeceğinin sinyallerini vermektedir. Bu ülkelerden bazıları pekâlâ sürekli güç kaybeden demokratik kuvvetlere omuz vermek yerine, otokratik güçlerle aynı safa geçebilir.
Demokratik devletlerin geçmişte olduğu gibi küresel çapta bir egemenlik elde etmesini ummak büyük bir ihtimalle zaman kaybı olacaktır. Demokrasilerin gün geçtikçe çekiciliğinin azalması ve yolun sonunda bir ideoloji olarak sunması gereken refah ortamını artık sağlayamayacak duruma gelmesi daha olası bir senaryodur.
Yine de, liberal demokrasinin işleyen prensipleri, ileride kapitaliz ile rekabet edebilecek hayat standartlarına sahip de olsa, otoriter rejimler altında yaşayan insanları belli bir oranda çekmeye devam edecektir. İran, Rusya ve Suudi Arabistan gibi otoriter devletler demokratik reformlar uygulamaya alırsa, iki blok arasındaki güç dengesi tekrar demokratların aleyhine dönmeye başlar. Eğer Çin böyle bir sürece girerse, otoriter rejimlerin atağa kalktığı dönem tek bir hamlede son bulur.
Başka bir deyişle, Batılı liberal demokrasilerin yüzyıl süren küresel iktidarı artık bitti. Artık sorulması gereken soru; demokrasinin Batı’da saplı duran çapasının daha ileriye taşınması ile gerçek bir demokratik hegemonya devri mi başlayacak yoksa demokrasi dünyanın bir köşesine sıkışmış, mali ve demografik olarak sürekli kan kaybeden, sonunda da yok olup giden bir yönetim şekli haline mi gelecek?
Yascha Mounk ve Roberto Stefan Foa tarafından kaleme alınan bu makale Mepa News okurları için tercüme edildi.