Hafter Trablus’u ele geçirirse Libya ile anlaşma ne olacak?
UMH tüm ülkedeki etkin kontrolünü kaybetmediği ve Libya’nın tamamında kontrol sağlama potansiyelini muhafaza ettiği sürece ülkenin de jure hükümeti statüsünü de koruyacaktır.
Deniz Baran / Dünya Bülteni
2019 Kasım ayının sonlarına doğru, Türkiye ve Birleşmiş Milletler (BM) destekli Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) iki devlet arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasına yönelik bir mutabakat muhtırası imzaladı. Bu muhtıra ile birlikte iki taraf, Yunanistan’a ait olan Girit Adası’nın yakınından geçen, yaklaşık 30 km uzunluğunda bir sınırda mutabık kaldı. Böylece, Türkiye ve Libya, Yunanistan’ın bölgedeki Yunan adaları kaynaklı oldukça geniş kapsamlı ve tartışmalı deniz yetki alanı iddialarını tanımadığını gösterdi, ayrıca Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında yer alan deniz alanında kendi yetki iddialarıyla çakışan iddiaları yok saydı. Buna binaen, Yunanistan ve GKRY hızlı bir şekilde söz konusu mutabakatın hukuka aykırı olduğunu belirtti. 6 Aralık’ta Yunanistan, Libya Büyükelçisi’ni geri gönderdi ve BM’ye mutabakata ilişkin itirazlarını sunan iki mektup iletti.
Söz konusu muhtıra (bundan sonra “Anlaşma” olarak anılacaktır) 8 Aralık 2019’da yürürlüğe girerken birçok küresel ve bölgesel aktör tarafından da yöneltilen ateşli eleştirilere yol açtı. Doğu Akdeniz’de var olduğu düşünülen büyük hidrokarbon rezervleri bağlamında düşünüldüğünde, Türkiye ve UMH’nin yaptığı anlaşmanın birçok aktörün öfkesini çekmesi oldukça normal. Zira bölgedeki mevcut enerji denklemi, ABD ve Rusya gibi Doğu Akdeniz’de kıyısı olmayan devletler de dahil olmak üzere birçok devleti ve çok uluslu petrol şirketleri yahut silahlı örgütler gibi birçok devlet-dışı aktörü ihtiva ediyor. Anlaşma’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra, Yunan ve Mısır Dışişleri Bakanları bu anlaşmaya karşı nasıl bir ortak stratejinin geliştirileceğini tartışmak üzere toplandılar. Avrupa Birliği (AB), Anlaşma’yı hukuka aykırı ilân etti . AB, zaten daha önce Kıbrıs açıklarında gemilerinin yürüttüğü petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerinden ötürü Türkiye’ye yaptırımlar uygulamaya karar vermişti. İsrail, Türkiye’nin attığı adıma karşı cevap vermek için EastMed Boru Hattı Projesi’nin hızlandırılması çağrısı yaptı. Libya’nın meşru meclisi olduğunu iddia eden ve General Hafter’in kontrolü altında olan Tobruk merkezli meclisin başkanı Aguila Saleh İssa ise” Bu anlaşma geçersizdir. Bu anlaşmayı imzalayanların hukuken yetkisi yoktur.” beyanında bulundu.
Bu kısa yazıda ne Anlaşma’nın jeopolitik yönlerinin ne de uluslararası deniz hukuku kuralları bakımından hukuka uygunluğunun tartışılması amaçlanmaktadır.[1] Asıl amacımız, Saleh İssa’nın Anlaşma’nın geçersizliği iddiasına ve Hafter’e bağlı kuvvetlerin Trablus’u ele geçirmesi, hâliyle Tobruk merkezli meclisin (Temsilciler Meclisi- TM) UMH’ye üstün gelmesi durumunda Anlaşma’nın Libya için bağlayıcı olup olmayacağı sorusuna odaklanmaktır.
Kilit Kavram: De Jure Hükümet
Uluslararası hukukta devletin devamlılığı doktrini çok temel bir yere sahip. Bu doktrine göre, bir devletin uluslararası hukuk kişiliği, dolayısıyla hakları ve yükümlülükleri, o devleti yöneten hükümette yaşanan değişikliklerden etkilenmeksizin sürekli devam etmektedir. Zira, anayasal veya anayasal olmayan yollardan, hükümetler değişebilir ancak devlet sabittir. Devletin devamlılığı, uluslararası düzenin politik istikrarı için çok önemlidir. Bu doktrin çerçevesinde, bir hükümetin yerine gelen yeni bir hükümet, kendisinden önceki hükümet tarafından verilen taahhütlerle ve üstlenilen yükümlülüklerle bağlı sayılır, yeni hükümetin daha önce söz konusu taahhüt ve yükümlülükleri desteklemiş olması veya olmaması bu noktada önem arz etmez.
Bir devlette anayasal yollardan hükümet değişikliği olduğunda, devletin devamlılığı meselesi pek tartışma konusu olmaz. Ancak anayasal olmayan değişiklikler yaşandığında, şu an Libya’da olduğu gibi, bazı tartışmalı durumlar ortaya çıkabilir. “Anayasal” tabiri ile illa ki demokratik seçimleri kastetmediğimizi de not düşmek gerekir. Anayasal olmayan yollardan kasıt bir ülkede iç savaş, askeri darbe veya iç ayaklanma gibi birbiriyle yarışan siyasi otoritelerin/hükümetlerin ortaya çıkmasına sebep olan durumlardır.
Her ne kadar bazı belli oluşumların tanınmasını yasaklayan BM Güvelik Konseyi kararları gibi istisnai kısıtlamalar olabilse de genel olarak diğer devletler, birbiriyle yarışan hükümetlerin ortaya çıkması durumunda tercih ettikleri hükümeti tanımak noktasında uluslararası hukuk açısından serbesttir. “Meşruiyet bahanesi” bazen kimi devletlerce diğer hükümetlerin tanınması veya tanınmaması için kullanılsa da -2010 yılında Sierra Leone örneğinde olduğu gibi- sadece “meşru” hükümetlerin tanınması gerektiğini ileri süren Tobar Doktrini gibi görüşler bu zamana kadar uluslararası toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. Genel olarak, tanıma meselesi devletlerin tek taraflı, salt politik ve pratik saiklerle aldığı bir karar olarak görülmekte. Birbiriyle yarışan hükümetlerin herhangi birinin tanınması için çoğu zaman önemli olan husus, o hükümetin önemli derecede bir toprak parçası üzerinde etkin kontrolünün bulunmasıdır. Estrada Doktrini olarak anılan bir başka doktrin, bir hükümetin sahip olduğu meşruiyetten ziyade de facto varlığının esas alınması gerektiği önererek bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu sebeple, tanıma konusu isabetli bir şekilde uluslararası hukukun en siyasi konularından biri olarak nitelenir.
O hâlde, birbiriyle yarışan ve bir ülkeye ait toprakların farklı kısımlarında etkin kontrole sahip olan iki hükümet farklı devletler tarafından tanınırsa ne olur? Eğer taraflardan biri daha sonra ülkenin tamamında etkin kontrolünü tesis ederse, diğer tarafın daha önce verdiği taahhütlerle bağlı olacak mıdır? Bu soru, Libya meselesi çerçevesinde çok büyük önem arz ediyor. UMH veya Hafter’e bağlı kuvvetler bir gün diğerini mağlup edebilir ve Libya’nın tamamının kontrolünü ele geçirebilir. Böyle bir durumda, galip gelen hükümetin diğer hükümetle yarıştığı dönemde kendi verdiği taahhütlerle bağlı olacağı şüphesizdir. Ancak iş mağlup tarafın aynı dönemde verdiği taahhütlerle bağlı olup olmayacağı sorusuna gelince, cevap “de jure hükümet” kavramında yatmaktadır.
De jure hükümet, bir devletin “hukuki ve asli” hükümeti olup diğer uluslararası hukuk kişilerince yaygın olarak tanınır. Daha pratik bir tanımla, de jure hükümetin, kendi otoritesine bir başka rakip hükümet tarafından meydan okununcaya kadar ülkedeki asıl siyasi otoriteyi elinde tutan hükümet olduğu söylenebilir. Bir devlette birbiriyle yarışan hükümetlerin olması durumunda, de jure hükümet olarak kabul edilen tarafın, ülke üzerindeki etkin kontrolü ciddi derecede azalmış olsa dahi tüm ülke adına uluslararası taahhütler verebileceği genel olarak kabul edilir. Bu sebeple, bir de jure hükümet rakip hükümet tarafından tamamen ortadan kaldırıldığında veya devrildiğinde, daha önce verdiği taahhütler yeni hükümet için de bağlayıcı olacaktır. Kosta Rika ve Birleşik Krallık arasındaki 1923 tarihli Tinoco Davası, bu ilkenin uluslararası hukukta en belirgin şekilde ortaya konduğu örneklerden biridir.
Elbette, hangi tarafın de jure hükümet olduğuna karar vermek her zaman kolay değildir. Bu tespit, söz konusu vakanın olgusal olarak mercek altına alınmasını gerektirir. Dolayısıyla, bu yazının başlığındaki soruyu cevaplamak için Libya meselesini olgusal açıdan incelememiz gerekmektedir.
UMH’nin Uluslararası Toplum Tarafından Yaygın Olarak Tanınması
Her ne kadar bir oluşumun diğer devletler tarafından tanınmasının bu oluşumun uluslararası hukuktaki statüsü için kurucu olduğunu her zaman öne sürmek mümkün değilse de bir de jure hükümetin sahip olduğu en temel olgusal özelliklerden birinin öncelikle uluslararası toplum tarafından yaygın olarak tanınmak olduğu söylenebilir. Daha önce belirtildiği gibi, UMH, BM destekli bir hükümettir. 2015 yılında, Libya’yı 2014’ten beri bölen farklı grupların uzlaşması amacıyla kurulmuş olup BM Güvenlik Konseyi tarafından konsensüs ile Libya’nın yegâne idari otoritesi olarak tanınmıştır. AB de birlik hükümetinin kurulmasını desteklemiştir.
Bir diğer önemli olgu ise TM’nin -ve Hafter’e bağlı kuvvetlerin- bizzat kendilerinin, Libya’daki çatışan gruplar arasında 2015 yılında imzalanan bir barış anlaşmasını takiben UMH’nin kuruluşunu desteklemiş olmasıdır. Güvenlik Konseyi’nin tanımasından sadece iki hafta sonra, Saleh İssa, şu an UMH’nin hukuken yetkisiz olduğunu iddia eden kişi, UMH için TM’nin desteğini ve tanımasını ilân etti. UMH’yi kuracak yapı, 2016 yılının başında ilk toplantısını gerçekleştirdiğinde, kurulan hükümet TM tarafından da güvenoyu aldı. Dahası, Hafter’e bağlı kuvvetler UMH’nin Mart 2016’da bazı isyancı gruplara karşı Trablus’a yerleşmesinin yolunu açtı. Öte yandan, 2016 yılının yazında TM bazı politik anlaşmazlıklardan ötürü UMH’ye olan desteğini çekti ve UMH’ye meydan okuyup tanımasını geri alarak bu hükümetin rakip hükümeti hâline geldi. 2018 yılında Fransa ve İtalya’da iki taraf arasında yapılan müzakerelere rağmen bir uzlaşma da sağlanamadı. Tüm bunlara karşın, UMH hâlâ, 2019 itibarıyla, BM ve uluslararası toplumun çoğunluğu tarafından Libya’nın meşru, hâliyle de jure hükümeti olarak tanınmaktadır ve TM bu çapta yaygın bir tanınmayı henüz kazanamamıştır. UMH, Libya’nın resmi birlik hükümeti olup Hafter’e bağlı kuvvetlerin de ilk aşamada tanıdığı üzere asli siyasi otoritedir. Yunanistan’ın geri gönderdiği Libya Büyükelçisi’nin UMH tarafından atanmış olan bir büyükelçi olması da bu gerçeği göstermektedir.
Sonuç olarak, UMH tüm ülkedeki etkin kontrolünü kaybetmediği ve Libya’nın tamamında kontrol sağlama potansiyelini muhafaza ettiği sürece ülkenin de jure hükümeti statüsünü de koruyacaktır. Böylece, tüm ülke adına uluslararası anlaşmalar imzalama yetkisini de muhafaza edecektir ki bu anlaşmalar Hafter’in kuvvetleri de dahil olmak üzere tüm gelecek hükümetler için bağlayıcı olacaktır. Bu yetkiden hareketle, UMH, Türkiye ile yapılan anlaşmanın Ek-1’inde gösterildiği şekilde Libya’nın deniz alanları arasındaki sınırın tam koordinatları üzerinde karar vermiş ve hatta Anlaşma’nın 5. maddesi uyarınca, bu sınırın gelecekte değiştirilmesi veya gözden geçirilmesinin engellenmesi hususunda Türkiye ile hemfikir olmuştur. Ayrıca söz konusu mutabakat muhtırası bağlayıcı bir uluslararası anlaşma olarak, BM Şartı’nın 102. maddesi uyarınca, BM Genel Sekreterliğine kaydedilmiştir. Hâliyle, Saleh İssa’nın Anlaşma’nın hukuka aykırılığı konusundaki iddiası uluslararası hukuk açısından isabetli değildir.