Üniversiteleşme furyasını yeniden düşünmek
Ben Rutgers Üniversitesinden 1985 yılında mezun oldum ve geçtiğimiz günlerde kampüsü tekrar ziyaret etme fırsatım oldu. Onca sene önce Ford Hall (1915) ve Hegeman Hall (1922) gibi 20. yüzyılın başlarında inşa edilen yatakhanelerle 2. Dünya Savaşından sonra inşa edilen Frelinghuysel Hall (1956) ve Mettler Hall (1964) binalar arasındaki keskin farklardan nasıl etkilendiysem yine aynı şeyleri hissettim. Amerika’daki üniversite kampüsleri genelde o eski binalar ile onlara göre daha yeni ama bugüne göre eski binalar arasındaki farklara sürekli ev sahipliği yapan yerlerdir.
2. Dünya Savaşının ardından sayıları birden hızlıca artmaya başlayan öğrencilerin barınma ihtiyacı işte bu binalar vasıtasıyla giderildi.
Amerika’da “normal” eğitim bir eğitim almış sayılmak için liseden sonra üniversiteye gidilmesi gerektiği fikri de yine bu yıllarda yerleşmeye başladı. Bugün %30 civarında olan üniversite eğitimini tamamlamış yetişkin oranı 1940 yılında sadece %5 idi ve kimse de bunun milli bir trajedi olduğunu düşünmüyordu. Başkan Obama hükümetinin eğitim alanındaki hedeflerini anlatan bir belgedeki şu ifadeler aradan geçen 60-70 yılın üniversite eğitimi hususundaki düşünceleri nasıl tam tersine çevirdiğini göstermekteydi: “Ekonomik gelişme ve eğitim alanındaki başarılar el ele giden iki parametre olduğu için liseden mezun olacak her Amerikalı öğrencinin üniversite eğitimine ve yeni iş gücü içinde başarılı olmaya hazırlanması milli bir zorunluluktur.”
İş gücüne katılım
Sorulması gereken soru şudur ki; bu çocukları niçin lise yıllarında iken iş gücüne katılmak için hazırlamıyoruz? İnsanların liseden sonra bir dört yıl daha eğitime ihtiyaç duyduklarını varsayımının sebebi nedir? Bu sorulara cevap veren isimlerden birisi de Bard Üniversitesi Rektörü Leon Botstein’dır. Kendisi tam 25 yıl önce “Jefferson’ın Çocukları: Eğitim ve Amerikan Kültürü Vaatleri” başlığı altında Amerikan eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğine dair bir manifesto yayımladı. Ben, Rutger’dan önce Bard Üniversitesi bünyesindeki Simon’s Rock’ta eğitim aldım ancak gelinen noktada hayatımda Bard, Simon’s Rock veya Botstein isimlerini hiç duymamış olsaydım bile bugün bu kitabı tanıdığım herkese yine tavsiye ederdim.
Kitabın ana fikri gayet basittir: Toplum içinde, liseden sonra dört yıl boyunca üniversiteye gidilmesi şeklinde zuhur eden “normal eğitim hayatı anlayışı” bugün gereksiz, manasız ve hatta absürttür. Botstein bu konu hakkında şunları söylemiştir: “Amerika’da uyguladığımız daha fazla insana ulaşan, daha fazla zaman alan ve daha ayrıntılı nitelikteki eğitim sistemi ilginç bir şekilde kasten demokrasi karşıtı olan ve görünürde yüksek eğitim hususunda görece daha az fırsat yaratan diğer ülkelerdeki eğitim sistemlerinden daha kötü performans sergilemektedir.” Botstein’a göre Amerika’da yürürlükte olan lise modeli, geçmişe nazaran bugün entelektüel açıdan çok daha olgun olan gençler için artık uygun değildir. Botstein, çocukluk dönemi eğitiminin 10. sınıfta bitirilmesini ve son yıl müfredatının bugün 12 yıl devam eden orta öğretim müfredatına kıyasla çok daha zengin içerikli olması gerektiğini savunmaktadır.
Simon’s Rock, 10. ve 11. sınıfa giden çocukları alarak “erken üniversite” diye adlandırdıkları bir sistem ile üniversite yoluna sokan bir eğitim kurumudur. Bu aslında teknik olarak Simon’s Rock’da eğitim gören çocukların “lise terk” olduğu manasına gelmektedir. Mesela şahsen benim de bir lise diplomam yok ve ben üniversite sınavına dahi girmedim. Okulun internet sitesinde de açıkça belirtildiği üzere Simon’s Rock’a başvuran adaylarda aranan özellikler “birtakım notlar değil karakter, hırs, hayal gücü ve zekadır.” Daha anlaşılır şekilde açıklamak gerekirse, Simon’s Rock tarafından uygulanan sistemin altındaki fikir gençlerin o sihirli 18 yaşına gelene kadar hiçbir işe yaramayan bireyler olduğunu varsaymak yerine onların akıllarına saygı göstermektir.
Anlamamız gereken bir diğer nokta da nasıl bazı çocuklar 16 yaşında üniversite eğitimine hazır hale geliyorsa bu yaştaki birçok diğer çocuk da çalışma hayatına hazırdır. Bugün çoğumuz, insanların yönetici, idareci veya kaynak yaratma sorumlusu olmadan önce ıvır zıvır konular hakkında 40 dersten geçmek için 4 yıl harcamak zorunda olduğunu açıklarken bu durumu haklı göstermekte zorlanmaktadır.
Kendi kendine düşünme hususunda uzmanlaşma
Şimdi kendi kendinize diyorsunuz ki 10. sınıfı bitirmiş bir çocuk nasıl biraz önce bahsettiğim pozisyonlarda işe başlayacak kadar eğitime sahip olabilir ki? Bu sorunun cevabı için Botstein’ın manifestosundaki 10. sınıf müfredatına biraz daha göz atalım: “Hayalimiz, öğrencilerin ezber yerine kendi kendilerine düşünme hususunda uzmanlaşmasıdır. Aldıkları eğitimde ne hayatın sadece çiçek böcekten ibaret olduğu ne de radikal saygılara sahip olmaları gerektiğini anlatan dersler olmamalıdır. Bunun yerine bu çocuklara, metin ve tarihi anekdotlar açısından zengin bir müfredat ile yeniliklere açık ve ahlaklı bir zihne sahip olmanın önemi öğretilmelidir.”
Genç zihinlerin neler yapabileceğinin bir göstergesi olarak, geçmişte herhangi bir resmi yüksek eğitime tabi olmayan birçok Amerikalının bugünkü üniversite mezunlarına göre çok daha kalifiye insanlar olması gösterilebilir. Amerikan İç Savaşı döneminde bugün çoğu kişinin aldıkları mütevazi eğitim nedeniyle “cahil” diye tanımladığı askerlerin mektuplarda kullandığı son derece narin ve muhteşem edebiyat gücü bu durumun ünlü örneklerinden birisidir. Aklımdan hiç çıkmayan bir diğer örnek ise 1830’lu yıllarda bir hayat kadınını öldürmekle itham edilen bir gencin günlüğünde yer alan şu ifadedir: “17 veya 18 yaşındaki gençlerin çoğu aşk hayatlarını, çapkınlıklarını ve sergüzeşt hayatlarını böbürlenerek anlatıyor; fakat ben bu tür işlerden hiç zevk almıyorum.”
Lise son sınıf öğrencilerinin 22 yaşındalarmış gibi normal işlerde çalışmalarını ummanın kulağa idealist geldiğinin farkındayım. Ancak, ilerleme kaydedilmesinin kıvılcımı her zaman bu tür “işe yaraması muhtemel görünmeyen” fikirlerle çakılmıştır ve “Jefferson’ın Çocukları” gibi kitaplar eğitim konusunda gerçekleşmeyi bekleyen bir kehanet niteliğindedir. Bugün gerçekten de üniversite mezunu kişilerin üniversite eğitimi almamış insanlara göre daha fazla kazandığı ve ilk grup arasındaki işsizlik oranının daha düşük olduğu inkâr edilemez. En azından yüksek lisans yapmamış birisi maaşı dolgun kariyerlere erişemez. İşte tüm mesele de zaten burada yatmaktadır; gelecekteki bu farazi Amerika’da uygulanan eğitim sisteminin gençleri 10. sınıftan sonraki dünyaya hazırlamaya odaklı olduğunu ve yüksek getirili pozisyonlara getirilecek insanları seçenlerin üniversite diploması olmayan adayları da önyargısız şekilde değerlendirdiğini bir düşünün. Bugünün merceğinden baktığımızda böyle bir senaryonun kulağa çok garip gelmesinin nedeni liselerin ve üniversitelerin amacının ne olduğu hususundaki tanım/görev sapmasıdır.
Üniversite 'seçilen' bir yer olmalı
Üniversite gençlerin şahsi tercihine göre gitmeyi seçtiği bir yer olmalıdır. Ben Rutgers’da eğitim görürken Demarest Hall’da kaldım. Bu yurt sıra dışı, her bir koridoru bazen Alman diline bazen performans sanatlarına bazen de bambaşka bir konuya adanan kimilerine göre de uçlarda yaşayan bir binaydı. Son derece ilerici bir sosyal atmosfere sahipti. Junot Diaz’ın, Pulitzer ödüllü romanı “Oscar Wao’nın Kısa, Maceralı Hayatı” Demarest’te geçer ve yazar bu mekânı mükemmel bir şekilde okuyucuya yansıtmıştır. Demarest kısacası içindeki herkesin bu üniversite olayını canı gönülden yaşamak için orda bulunduğu bir binaydı.
Benim içinde bulunduğum ortama rağmen o zamanki birçok üniversite arkadaşımın benimle aynı heyecanı paylaşmadığını görmek zor değildi. Sadece genç bir öğrenci olmama rağmen etrafımdakilerin, bazılarının da dediği gibi “o kâğıt parçasını” alana kadar sadece zaman öldürdüğünün farkındaydım. Bu arkadaşlarımın hepsi zeki ve kabiliyetli insanlardı ama üniversite diye geldikleri yerde yaptıkları tek şey “halkaların içinden atlamaktı.” Bana göre, hayatları boyunca meşgul olacakları işle sadece bir miktar alakalı ve son derece pahalı dört yıllık bir eğitim almak yerine bu arkadaşlarımın ne yapmak istiyorlarsa gidip onu yapmaları onlar için daha hayırlıydı. Öğrencilerin yarısı ekonomi okuyordu. Bunu Laffer eğrisini çok sevdiklerinden değil bazılarının deyimiyle “iyi bir iş bulmak” için yapıyorlardı. Toplumun bütün bu öğrencileri o eğitimden geçirmeye gerçekten ihtiyacı var mıydı?
Bahsettiğim karakterdeki çocukların merak duyusundan yoksun olduğunu veya üniversite okuyabilecek kadar zeki olmadığını ima etmiyorum. Bu noktada sorulması gereken soru o günkü tanımıyla üniversite eğitiminin misyonunun amacının tam olarak ne olduğudur. Özellikle günümüzde, herhangi bir konu hakkında kendinizi eğitmek isterseniz bunu size bir üniversite hocasının öğretmesine ihtiyacınız yoktur. Bu sürecin “bir ehliyet belgesinin” ön şartı olarak en azından bizzat kanlı canlı eğitmenlerle yapılmasına gerek yoktur: Online kaynaklar sayesinde üniversite seviyesinde bir eğitim bugün tarihte hiç olmadığı kadar kitlelere açıktır. Great Courses benzeri platformlara her zaman ve her yerde erişim sağlanabilmektedir. Bugün sadece bir tuşa basarak sayısız konuda sayısız konuşma programından birini seçebilirsiniz ancak sadece 40 yıl önce benim üniversite okuduğum dönemde seçeneklerimiz kitaplar, dergiler ve belki de PBS veya NPR’dan ibaretti. Artık dünya çok değişti.
Katılımın zorunlu olduğu ve profesörlerin öğrencilerin sorularını bizzat yanıtladığı normal eğitim tarzı ve geniş yelpazeli insan tipleriyle dört yıl boyunca vakit geçirmenin bazı avantajları beraberinde getirdiği doğrudur. Ancak irdelenmesi gereken nokta, bu avantajların, üniversite eğitimi ve beraberinde getirdiği harcamalar ve borçların bir standart Amerikan tecrübesi olması için yeterli olup olmadığıdır. Öğrencilerimizi 12 yıllık bir eğitimin ardından, hayatta başarılı olsa bile sadece üniversiteye gitmediği için kendisine acınılan bireyler olmasınlar diye sekiz dönem daha resmi bir eğitim sürecine maruz bırakmanın dokunulması imkânsız bir kutsal olması son derece mantıksızdır.
Dört yıllık lise ve ardından dört yıllık üniversiteyi normal olarak görmemizin sebebi eğitim hakkında bu yol haritasından başka bir alternatif bilmiyor olmamızdır. Bir yandan halk eğitimini geliştirip güçlendirirken diğer yandan da üniversite eğitimini öğrencinin önündeki birçok seçenekten sadece birisi olarak yeniden tanımlayabilirsek belirli derecede eğitimli bir toplum olmamız işten bile değildir. Buna isterseniz boş bir hayal deyin. Bu anlattıklarımın bir gecede değişmeyeceğinin ben de farkındayım. Ancak, kaseti geri sarıp, “yeni baştan başlayalım” denilse bile Botstein’ın fikirlerinin çok az kişi tarafından rağbet göreceğinden maalesef eminim. Botstein’ın çalışması benzeri farazi senaryolar nerede olduğumuzu değerlendirme ve nereye doğru gitmek istediğimize karar verme hususlarında değeri belli olmayan araçlardır.