Mut'ez el Hatip

Mut'ez el Hatip

Alim ve hükümdar: İslam dünyasında siyaset sancısı

Alim ve hükümdar: İslam dünyasında siyaset sancısı

“Arap Baharı”yla birlikte başlayan ve son dönemde Katar Krizi’yle birlikte iyice alevlenen, Arap dünyasında ulemanın keskin dinî fetvalarıyla ve açıklamalarıyla siyasi meselelerde taraf olup birbiriyle kavgaya tutuşması üzerine İslam dünyasında din-devlet, âlim-hükümdar ilişkisi meselesi yeniden önemli bir gündem maddesine dönüştü.

Ortadoğu’da 6 yıldır devam eden devrim ve karşı-devrim süreci, özellikle siyasi meseleler ve din-iktidar çatışması hakkında –resmî ve yarı resmî dinî heyetlerin ve şahısların verdiği– fetvaların ve dinî beyanatın artışıyla birlikte, âlim-hükümdar ilişkisi problematiğini bir kez daha gündeme taşıdı.

Bu gelişme birtakım soruları beraberinde getirdi: Âlimin mevcut devletteki rolü nedir, devlet organlarıyla ilişkisinin doğası nasıldır? Farklı taraflara nispetle icra ettiği rolün sınırları nelerdir? Söyleminin muhtevası ve aldığı pozisyonların veya verdiği fetvalarının dayanak noktaları nelerdir?

Âlim-hükümdar ilişkisi, tarih boyunca çekişme/ihtilaf, işbirliği ve soğukluk/ilişkisizlik arasında birçok dönemeçlerden geçmiştir. Bu yüzden literatürde hükümdarlara yanaşmayı kötüleyip kınayan birçok deyiş ve yazı bulmak mümkündür. Özellikle İmam Suyuti (öl. H. 911) ve diğerleri bu konudaki tasnifleriyle öne çıkarken, krallara ve sultanlara yazılan nasihatnameleri tasnif edenler de mevcuttur.

Âlimler, hükümdarlarla çatışmaya girmeyi görevleri arasında saymadılar ve iktidara da talip olmadılar. Aksine, tebliğle, hakkı yüksek sesle dillendirerek ve kötülüğe karşı koyarak insanları şeriatın gerektirdiği gibi yaşamaya sevk etmeyi temel görevleri olarak gördüler. Yani iki görevi üstlendiler: (i) şeriat hükümlerini açıklamaya dayalı ilmî görev, (ii) gereken konumu almaya dayalı ahlaki görev.

Câfer-i Sâdık’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Fakihler, Peygamberlerin eminleridir; sultanlara yöneldiklerini (yani iktidardakilere meylettiklerini, onlarla sıkı-fıkı olduklarını) görürseniz onlardan şüphelenin ve böylelerini suçlayın.” Fakihler, yargı makamından hükümdarla sürtüşme ihtimali yüzünden kaçınıyorlardı; hadis âlimleri de hükümdara yaklaşanları veya onunla iş tutanları veyahut onun üzerini örten/perdeleyenleri kınıyor, yeriyorlardı. Zira bunu, hem inancını hem de kendisine duyulan güveni etkileyen bir kabahat, bir suç olarak görüyorlardı.

Hükümdara yanaşanlar ise, [hükümdarın] maiyetindeki kötü kişilerin etrafında iyiliği emredip kötülükten nehyeden hiç kimse kalmayacak şekilde onu tamamen tecrit etmesinden korkarak, salt ıslah ve nasihat amacıyla yaklaşıyorlardı. Yani onlar bunu, hükümdarla ilişkilerinin sınırlarını çerçeveleyen ahlaki bir gerekçeye dayandırıyorlardı, her ne kadar hükümdarla kurdukları temaslar istisnai kalsa da… Bu yüzden bazı tarihçileri, Kadı Ebubekir bin el-Arabî’nin (öl. H.543) biyografisinde şunu vurgularken buluyoruz: “İktidarın kuyruğuna takıldı ve hükümdarlarla şürekâsını açık açık uyarma noktasında ulemanın yolundan gitmedi.”

Tarih boyunca ulemanın geneli, hem ilmî (okullar ve müfredat) hem de maddi (özel ve genel vakıflar) bakımdan kendi bağımsızlığını [yani devletten bağımsızlığını] korudu. Fakihler, yönetim meselelerinde hükümdarın hükümlerine önem verir hale geldiklerinde ise onları harekete geçiren temel saik, Müslüman cemaatin ve dâru’l-İslam’ın birliğini korumak olup âlim-hükümdar dengesini bu esas üzerine kuruyorlardı.

[Âlimlerin diğer görevi olan] İlmî düzeye gelince, mesela İmam Şafii, fıkıh usulü konusunda ilk kitabını kaleme alırken, iktidarın nassla oynamasını [yani kendi menfaatine göre değiştirmesini] engellemek için dinî nassın şerhini katı bir metodolojiyle kontrol altına almaya özen gösterdi. Tıpkı [Z.T.K. Abbasiler döneminde (833-852) Mihne Olayları olarak bilinen] Kur’ân-ı Kerim’in mahlûk [yani yaratışmış] olup olmadığı tartışmasında [Z.T.K. Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşünü reddettiği için] Ahmed bin Hanbel’in yaşadığı işkence ve sıkıntının, ulemanın yetkisinde yürüyen ilmî bir mesele olarak ele alınmayıp siyasi imamın/Halifenin otoritesinin sınırı konusundaki bir çatışma olarak okunması gibi.

Ancak [modern dönemde] iktidar değişiklikleri ve sözde “ulus-devlet” denen yapının doğuşu, bir yandan ulema müessesesi ve teşkilatlarıyla temsil edilen ilmî otoritenin, diğer yandan rollerin ve [âlim-hükümdar] ilişkilerin[in] şekillenmesi üzerinde çok büyük etkiler bıraktı.

Ulus-devlet, sömürgeciliği miras aldı ve modern ideolojiler, Avrupa’dan örmek alınan müesseseler ve teşkilatlar üzerinden oluşup şekillendi. Bu da İslam toplumlarının aşina olduğu geleneksel teşkilatları, en önemlisi ulema müessesesini ve rollerini tehdit eden şeydi. Devlet, modern hukukçuların rollerini öne çıkararak –tarihsel olarak yasama yetkisini hep elinde tutmuş– fakihler topluluğunu ötekileştirdi; ayrıca eğitim kurumlarını ve onunla bağlantılı görevleri kontrolü altına aldı; ulemanın bağımsızlığının önemli bir kaynağı olan vakıfları da kendisi idare etmeye başladı.

Ulus-devlet mantığı, iktidarı tekeline almak için kontrol ve tahakküm kurma temel hedefi üzerine inşa edildi. Bu bağlamda dinî söylem, siyasi rejimlerin –kendisine muhalif olan İslami söylemle mücadele etme, çoktan yitirdiği dinî meşruiyetini kazanma ve insanları maddi iktidara zorla ve sembolik dinî otoriteye de gönüllü olarak boyun eğdirme hedefiyle– kontrol etmeye, kendi eğilim ve siyasetlerine uyumlu (“resmî İslam” denilen) bir söylem üretmeye çalışmasında merkezî bir unsur oldu.

Böylelikle her devlet resmî dinî müesseseler kurmaya çalıştı. Tıpkı resmî müftülük “makam”ı gibi; oysaki bir zamanlar fetva, devlet başkanının kararıyla resmî iktidarın icraatlarına değil ilmî geleneğe göre, ancak ehil olan kişilerin verebildiği ilmî bir görevdi. Yine her devlet, bazıları yerel bazıları ise bölgesel veya uluslararası başka dinî müesseseler de kurdular. Mesela Ezher’e bağlı İslami Araştırmalar Kurumu (1961), İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı Uluslararası İslami Fıkıh Kurumu (1981), Suudi Arabistan’a bağlı İslam Dünyası Birliği/Rabıta (1962) ve bunlardan türeyen birçok heyet bu türden müesseselerdi.

El-Ezher, yaşadığı nice tarihî gelişmelere rağmen çoğunlukla ilmî ve maddi bağımsızlığını korumayı başarmış bir kurumdu. Ancak Cemal Abdünnasır [1954-1970] döneminde bir Mısır kurumuna dönüştü ve Ezher Şeyhi de ulema tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanının tercihine göre atanır oldu.

Öte yandan bu “resmî söylem”, eleştiri veya protesto yönü ağır basan, iktidardan bağımsız paralel ilmî oluşumların şekillenmesini de tetikledi. Buradan iki eğilim doğdu: (i) bütün âlimleri iktidarın uleması olarak yaftalayıp ardından kendine mahsus merciler/otoriteler geliştiren cihadi Selefi eğilim, (ii) Arap Devrimlerini dinî olarak destekleyen Avrupa Fetva ve Araştırma Meclisi (1997) ve Dünya Müslüman Âlimler Birliği (2004) gibi Müslüman Kardeşler yönelimi ağır basan bağımsız eğilim.

Her ne kadar bu oluşumlar, aralarındaki ihtilaflar yüzünden önünde sonunda dinî ve siyasi olarak birbirinden ayrışacak olsalar da, –net farklılıkların ve vizyon ile merci/otorite ihtilafının biçimlenmesini sağlayan– 2010 yılı sonunda Arap Devrimlerinin patlak vermesine kadar sözkonusu ayrışma hiç bu denli aşikar hale gelmemişti. Devrimler iki kampın belirginleşmesini sağladı: (i) resmî kurumların temsilcileri ve (ii) devrim fakihleri.

Karşı-devrimci ülkeler, Mısır’daki askerî darbe (2013) sonrası iktidara bağlı fakihlerin saflarını yeniden düzenlemeye çalıştılar. Bu bağlamda [BAE’ye bağlı] Abu Dabi Emirliği, daha evvel Dünya Müslüman Âlimler Birliği başkan yardımcılığını yürüten ancak darbe sonrası görevinden istifa eden Şeyh Abdullah bin Beyye’nin başkanlığında Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumu’nu kurdu (2014). Ardından rejimlerden bağımsız dinî söylemi ve devrimlere desteği baltalama çabası çerçevesinde [Müslüman Kardeşler’e yakın] Dünya Müslüman Âlimler Birliği’yle mücadele etmek üzere Müslüman Âkiller Meclisi’ni kurdu (2015). [Z.T.K. Dünya Müslüman Âlimler Birliği’nin kurucusu ve başkanı, Katar’ı abluka altına alan dört ülkenin “terör listesi”ne aldığı, şu an Doha’da yaşayan 91 yaşındaki Mısırlı âlim Yusuf el-Karadavi’dir.]

Çatışma siyasi alandan dinî alana da taşındı. Bizim de her biri aynı dinî merciye dayanan ve fakat siyasi alanda gerçek İslam’ı temsil edenin kendisi olduğunu iddia eden bu iki söylemle de artık yüzleşmemiz lazım. Zira fetvalar ve dinî beyanlar, muhaliflerine karşı koyma politikasına dinî meşruiyet kazandırmak için birer vesileye ve araca dönüştü; [bunun faili] ister (gösteri yapmanın haram kılınmasında olduğu gibi) âlimlerin çoğunluğu, isterse (Katar’ın kuşatılmasını destekleyen açıklamalarda olduğu gibi) devletlerin bizzat kendisi olsun.

Peki, şeyhleri ve âlimleri bu siyasi oyunun peşinden gitmeye sevk eden şey nedir? Fıkhî metodolojinin ve ilmî yolun zaman zaman zalimane siyasetleri ve suçları meşrulaştırması nasıl mümkün olabilmektedir? Bunun cevabı şu üç şeyde aranmalı: (i) (tarihî) İslam fıkhı ve modern devlet aygıtı, (ii) şeyhlerin ve âlimlerin bizzat kendileri ve karakterleri, (iii) metodolojisizlik ve şeyhlerin içinde yaşadıkları gerçekliğe ve oynadıkları rollere ilişkin bilinç eksikliği.

İslam fıkhı, –ümmetin ve daru’l-İslam’ın birliği çerçevesinde ve şeriata referansla– ulema ile hükümdar arasında rol paylaşımına gidildiği bir Hilafet/İmamet sistemi gölgesinde doğdu. Kanun yapma fakihlerin göreviydi. Ancak ulus-devletin ortaya çıkışıyla şeriat devletten ayrıldı ve siyasi yapılar ya dine karşı ya da dini dışlayıp kenara iterek kuruldu. Ulema da kendi içinde (i) devlet aygıtının bir parçası olanlar (devlet memurları) ve (ii) farklı araçlarla iktidarı değiştirmeye çalışanlar olarak ikiye bölündü.

İşte buradan, ulus-devletin gölgesinde miras alınan farklı fıkıh anlayışları türedi. Bunları, (i) protesto söylemini benimseyen İslami hareket fakihleri, (ii) kamu işlerine karışmayan geleneksel fakihler, (iii) iktidarın maslahatını ve siyasetini onaylayan devlet fakihleri ve (iv) Hilafet’i geri getirmek isteyen “cihatçı” ve şiddete başvuran cemaatler olarak sınıflandırabiliriz.

Bu bölünmeler yüzünden fakihlerin, fıkhın yapısını kendi kafalarına göre seçmeci bir şekilde kurgulamalarına şahit olduk. Kanlı ve intikamcı fetvalarla karşılaştık; tıpkı [Mısır’daki] askerî darbeye karşı çıkan göstericiler hakkında “Onları öldürenlere ve [bu uğurda] ölenlere müjdeler olsun” meşhur sözünü kullanan [Mısır Müftüsü] Ali Cuma’nın fetvası veyahut[Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Fıkıh Bölümü eski başkanı Prof. Dr.] Saadeddin el-Hellâlî’nin tek bir subayın öldürülmesi davasında 500’ü aşkın kişi hakkında verilen idam cezasını onaylaması gibi…

Gelinen noktada fıkıh; kâh siyasi despotluğun ve öldürme, işkence, idam gibi zulmün araçlarından birine dönüştürüldü, kâh devrimin bir aracı haline getirilerek her türlü devrimsel eylem Allah yolunda cihad kapsamına sokuldu, kâh uygulanması mümkün değilmiş gibi göstermek amacıyla örf ve âdetlerden ve toplumsal ihtiyaçlardan yabancılaştırıldı ve yanlışlığı ispatlanmaya çalışıldı.

Şeyhlere ve âlimlere gelince, unutulmamalı ki onlar da fetvalarında ve genel işlerde şu üç faktörden etkilenen birer beşer: (i) ilmî yeterlilik ve formasyon, (ii) siyasi duruşlar ve temayüller, (iii) şahsi eğilimler ve arzu ve istekler (ihtiraslar). İlmî geleneğin çöküşü, ulus-devletin ve onun dayandığı sistemin yozlaşması ve dinî sembollerin üretimi ve pazarlanmasında basının ve siyasi sistemin suiistimali neticesinde dinî bilgi de sulandı.

Müftülerin veya dinî onay makamındakilerin siyasi temayülleri, fetvaların ve beyanatların yorumlanmasında merkezî bir rol oynamaktadır. Devlet aygıtının bir parçası olanlar, devletin iradesi dışında kendi istekleriyle veya korku duymadan tek bir kelam dahi edemezler. Dolayısıyla devrim karşıtı bütün fetvaların devlet memurlarından ve Müslüman Kardeşler hareketi karşıtlarından geldiğini görüyoruz. Bunlardan bazıları, tıpkı Ezher şeyhi gibi iktidar partisinin bir parçasıydı.

Şahsi ihtiraslara gelince bu, tek tek müftülerin içine düştüğü tezatlardan da net bir şekilde görüldü; tıpkı [Suriyeli büyük İslam âlimlerinden] Muhammed Said el-Bûtî, [Mısır Müftüsü] Ali Cuma, [Ezher fıkıhçısı Prof. Dr.] Sadeddin el-Hellâlî ve Ezher Şeyhi [Ahmed et-Tayyib] ile olduğu gibi. Bu konuyu daha evvelki makalelerimde ayrıntısıyla ele almıştım. Sözkonusu ihtiraslar, makam-mevki veya terfi çatışması veya insanlar arasındaki bireysel hazımsızlıklar şeklini alabilir. Ulema eskiden beri âlimler arasındaki rekabet konusunda hep uyarmıştır.

Metodolojiye gelince bu, ilmî yeterlilik ve formasyonla ve ayrıca ne kadar uyanık olunduğu, mevcut gerçekliğin ne derece bilindiği ve ihtirasların, baskı ve zorlamaların peşinden sürüklenmemekle alakalı bir meseledir. Metodolojisizlik, bir fikrin veya sistemin desteklenmesi için fıkhın bir bahane veya araç olarak suiistimali yoluyla ihtirasların galebe çalmasından kaynaklanabilir ve böylelikle metotta tutarsızlık ve tereddüt/dalgalanma meydana gelir.

Günümüzde verilen resmî beyanatı ve fetvaları incelediğimizde, kadim fukahanın yolundan giderek üretilmiş muteber fıkhî deliller bulamıyoruz; üstelik bunlarda fıkıh dili kullanılmadığı gibi ilmî disiplin de yok. En fazla yaptıkları, genellemelerle ve –“ehven-i şer olanı tercih etme”, “kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin elde edilmesinden evladır” gibi– genel kurallarla delil çıkartmak; ama bunu yaparken de menfaat ve kötülük derken ne kastedildiği ve bunların arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği konusunda net birer kriter getirilmiyor. Dolayısıyla geliştirebildikleri tek metot, sadece bir çıkış yolu veya iktidarın ihtiraslarına uyan bir dayanak arayışı, o kadar.

Günümüz resmî âlimlerinin siyasi duruşlarının belirli özellikleri vardır: İktidarın temposuna ve ihtiyaçlarına uyumludur. İktidarın siyasi duruşuyla arasına bir mesafe koymadan resmî söylemi benimser. Çoğu zaman “siyasi” tartışmaya karşı-fetvalarla girer. Her ne kadar fıkhî ihtilafın tarihî bir geleneği olsa da ve daha önemlisi, prensip olarak tüm içtihatların meşruluğu kabul edilse de “resmî fetvalar”da bundan hiçbir eser bulamayız. Zira siyasi muhaliflik ilkesine düşman resmî müftüler olarak varlık gayeleri, zaten siyasi görevlerini icra etmektir; söylemleri, sadece ve sadece insanların geneline/itaatle mükellef olanlara yöneliktir ve fetvaları, zaten sırat-ı müstakim [yani doğru yol] üzere yürüyen (!) iktidarın veya devletin politikalarına ve davranışlarına yönelik değildir.

Peki ama Müslüman, bu karmaşıklıklar ve din ile ilmin siyasetin bir aracına dönüşmesi karşısında ne yapabilir?

Âlimler eskiden de dinî fetvalarda ihtilaf meselesiyle yüzleşmişler ve Müslüman bireyi [fetvaların farklılıklarıyla]şaşırtmışlardı. Bunun üzerine kişinin en güvendiği âlimi taklit etmesini daha doğru buldular. Ama ya âlimler birbirleriyle eşit seviyedeyse ne olacaktı? Bu konuda ihtilaf ettiler: Daha ihtiyatlı diye [fetvası] en sert olanı, yani azimet yolunu mu takip etmeli? Ruhsatları takip etme kastı olmadan istediği fetvayı mı almalı? Yoksa kolayına geleni mi almalı?

Ancak bu ihtilaf, dinin ibadetle alakalı meseleleri üzerineydi, yoksa siyasi ve genel işlerle alakalı değil. Burada hüküm, şer’an muteber sayılan ilim, sahibini heva ve hevesine uymaktan men edici amele yönlendirendir ilkesi üzerinden verilebilir. Burada heva ve hevesle kastedilen şey, hizipçilik veya bir rejime ya da şahsa bağlı/onun tarafında olmak ve delilsizlik veya iç tutarsızlıktır.

Bunun şu kriterlerle formüle edilmesi mümkündür: Tıpkı bidatçinin bidate daveti gibi, rejimi meşrulaştırmaya davet eden resmî veya yarı-resmî kurumların bir parçası veyahut bir memur olmaması için müftü ile siyasi rejim arasında bir mesafe bulunmalı; bireysel fetvalar veya heyet fetvaları tamamen tek bir tarafı desteklemeye matuf olmamalı; bu fetvalar, rejime hiçbir eleştiri yöneltmeksizin veyahut yoldan saptığında ona bir istikamet vermeye çalışmaksızın sadece halkı muhatap almaya odaklanmamalı.

Şer’i söylemin özelliği, dar veya tarafgir siyasi ve milli meseleleri aşan, geniş kapsamlı bir söylem olması ve zarar ziyan vermeden ahlaki bir muhteva taşımasıdır. Zira din, insanların ve Müslüman cemaatin maslahatını ifade eder.

Fıkhı bağlamı dışında kullanma ve heva ve heves peşinde koşma meselesinde temel metodolojik kural şudur: Her kim şer’i yükümlülükleri amacı dışında kullanmak isterse şeriatı bozup tahrip eder ve şer’i hükümlerde heva ve hevese uymak da, Şatıbî’nin deyimiyle tıpkı “eşyaları çalmak için üretilmiş makine gibi”, [üretilen hükümlerle] dini dolandırmanın/dinden çalmanın bir yoludur.

Tercüme: Ortadoğu Günlüğü

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 8769 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Mut'ez el Hatip Arşivi