Yaklaşmakta olan Anarşi
25 yıl önce, The Atlantik dergisinin Şubat 94 sayısında bana ait son derece “Amerikan olmayan” bir yazı yayımlandı. Yazımı “Amerikan olmayan” şeklinde betimledim zira, çalışma, karamsar, deterministik olmasının yanı sıra, ABD’nin Soğuk Savaş zaferinin kısa süreli olmak bir yana ilerde hiçbir şey ifade etmeyeceğini zira dünyadaki çeşitli doğal, demografik ve kültürel güçlerin daha o zamandan, Amerika’nın klasik liberal dünya vizyonuna karşı çalışmaya başladığını ilan etmiştim. Yazımda, geleneksel olarak entelektüel gazetecelerin ve gazetelerin fikir sayfalarının bir numaralı malzemesi olan dünya fikirleri üzerinde yapılan tartışmalara iştirak etmemeyi tercih etmiştim. İlaveten, o dönemdeki önü alınamaz iyimserlik havası nedeniyle (90’lı yıllarda “küreselleşme” kelimesi daha yeni yeni ortaya çıkan ‘havalı’ bir terimdi ) yazımın karamsar tarzı birçokları tarafından dışlanmasına hatta nefret edilmesine yol açtı. Editörler tarafından seçilen yazı başlığı aslında her şeyi anlatıyordu: “Yaklaşmakta Olan Anarşi: Kıtlık, Suç, Nüfus Artışı, Kavmiyetçilik ve Hastalıklar Gezegenin Sosyal Yapısını Nasıl Yok Etmektedir?” O dönemde, “Yaklaşmakta Olan Anarşi”, Worldwatch Institute başkanı Lester Brown’ın kendi sözleriyle “son on yılın en fazla fotokopisi çekilen (incelenmek üzere kopyalanan) makalesi haline geldi.
"Provokatif söylemler"
Amacım, aslında hiçbir şey bilmemelerine rağmen, düşünce dünyasının seçkin kişileri arasında zuhur eden bilgi illüzyonunu açığa çıkarmaktı. Süslü püslü konferanslarda ve dönemin ana medya kanallarında insanlar demokrasinin yakında dünyayı nasıl sarıp sarmalayacağını konuşuyordu. Tabi ki hiç kimse adına atıp tuttukları dünyayı, özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki durumu lüks otellerinden, bakanlık ofislerinden ve korunaklı rezidanslarından çıkmadıkları için bilmiyordu. Bu gidişata ters bir şekilde ben, Türkiye ve Batı Afrika'daki şehirlerin varoşlarını ziyaret ettim, iki bölge arasındaki kültür fakirliğini kıyasladım ve sonuçlar ortaya koydum. Söylediklerim, provokatifti, ya da en azından küreselleşme olgusunun azılı savunucuları tarafından bu şekilde damgalandı.
Ben o yazıda, gün geçtikçe daha fazla klostrofobikleşen ve teknoloji eliyle küçülen ve hastalıkların yayıldığı bir dünyada, Afrika’nın en ücra köşesindeki yerlerin dahi Batı’nın geleceğinde merkezi bir rol oynayacağını, bu kara kıtanın, koruyucu bir taban üstüne koyulup kendine has şartları altında işlemesine izin verilmesi yerine, dünyanın diğer yerlerindeki hayat dolu kültürel ve gelişmişlik seviyesine getirilmesi gerektiğini savundum.
"Dünyanın sonu" fikri isabetli değil
Son olarak, savaş da dahil olmak üzere tüm siyasi ve toplumsal etkileşimlerin, 21.yüzyılın “ulusal güvenlik meselesi” olacağını iddia ettiğim doğal çevre ile alakalı hale geleceğinin altını çizdim. Dönemin hem liberallere hem de muhafazakarlara ait fikir yazısı sayfaları, Soğuk Savaş sonrası dünyayı şekillendiren fikirlerin çarpışmasına kafayı takmışken, yeraltı sularının artan yetersizliği ve aşırı kullanım nedeniyle yıpranan topraklardan elde edilen mahsulün besleyici özelliklerini yitirmesinin endirekt şekilde, zaten var olan etnik, dini ve kavmiyetçi ayrımları yeniden nasıl alevlendireceğine odaklandım. Bu faktörlerin, dünyanın ekonomik ve siyasi olarak en kırılgan toplumlarında hızla artan genç erkek sayısı ile birleşmesinin aşırıcılık ve şiddet içerikli anlaşmazlıkların zuhur etmesi ihtimalini katladığını anlattım. Harekete geçen güçlerin, dünyanın her noktasında olmasa dahi, yönetimi zor olan bölgelerde kesinlikle siyasi istikrarsızlığı artıracağından. Batı Afrika'nın en cahil kısımlarındaki toprakların, biraz abartı da olsa, küresel çapta yaşanacak şiddet dalgasının birebir örneği olan küçük bir dünya olduğunu iddia ettim.
Bütün bu görüşler, Stanford Üniversitesi mensubu Francis Fukuyama tarafından kaleme alınan “Tarihin Sonu ve Son Adam” isimli kitabın gururla savunduğu paradigmaya karşı şeylerdi. Fukuyama (içten ve sürükleyici bir üslup ile) liberal demokrasinin Soğuk Savaş'tan galibiyetle çıkmasının, bundan sonra gelecek hiçbir sistemin insanoğlunu şahsi manada doyuruculuk açısından bu seviyeyi yakalamayacağı sebebiyle medeniyet hikayesinin sonunu getirdiğini iddia etti. Kesin olmamakla beraber, demokrasinin galibiyeti büyük ihtimalle gerçekleşecekti. Kendi hayatları şahsi başarılar ve doyum üzerine inşa edilmiş küresel büyük isimlerin hepsi bu konuda hemfikirdi. Ancak, bu vizyon, son derece Amerikan (ve Avrupa) merkezli olup, Batı dışında dünyanın diğer geri kalan kısmında olup bitenleri göz ardı etmekteydi. Ve o dönemde, Afrika'da, Orta Doğu'da ve Asya'da bizzat şahit olduklarımla örtüşmemekteydi.
Eleştirmenler, benim karanlık bakış açımın moral bozucu nitelikte olduğunu söylediler. Ben ise sadece merhum Harvard profesörü Samuel P. Huntington’ın, “bir ilim adamının veya gözlemcinin amacı dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek değil, aksine dünyada aslında neler olup bittiğini kendi düşündüğü şekilde açık olarak aktarmaktır” ilkesini izlemekteydim. Böyle yapmak, nazik bir akşam yemeği partisinde söz etmenin “uygun olmadığı” ve misafirlerin kendilerinden utanmalarına neden olup susacakları meselelere odaklanmak anlamına gelmekteydi. Şahsen, geleceğin daima insanları susturan, sadece birkaç kişinin konuşmak istediği noktalarda olduğuna inanmaktayım.
Yaklaşmakta olan Anarşi
Birkaç noktaya daha değinmek niyetindeyim.
Söz konusu öngörüde bulunmak olduğunda, gazeteci kimliği olan hiç kimse tam manasıyla kısa vadeli geleceği, yani mesela haftaya bir ülkede darbe olup olmayacağını bilemez. Bu, o ülkedeki önemli siyasi aktörler ile dünyanın en iyi casuslarının dahi elde etmekte zorlanacağı hassas istihbaratlar arasındaki Şekspiryani (Shakespearian) dinamiklere bağlıdır. On yıllar boyunca o ülkeyi takip eden ve genel duruma hakim olan gazeteciler ve analizciler dahi, özellikle teknolojinin ilerlemesi gibi birçok nedenden dolayı böyle bir öngörü yapamaz, söylenilenler ancak spekülasyondan ibaret olur. Gazetecinin veya analizcinin yapma imkanı olan tek şey, orta vadeli gelecekte örneğin, 5, 10, 15 yıl sonra) o ülkede meydana gelebilecek olaylar karşında okuyucunun daha az şaşırmasını sağlayacak içerikler hazırlamaktır. Bu da tabiatı gereği orijinal bir fikir olarak tanımlanamaz. Bir Jeopolitik danışmanı olarak bildiğim üzere, 10 yıllık tahmin raporları hazırlamak, birçok büyük şirket tarafından planlama faaliyetleri kapsamında sıklıkla başvurulan bir yöntemdir.
Bu noktadan bakıldığında, orta vadeli bir gelecek değerlendirmesi niteliğinde olan “Yaklaşmakta Olan Anarşi” isimli makalenin içeriğine bakalım.
Yazının ilk bölümünde, 93 yılı ortalarında Sierra Leone ve Cote d’Ivorie yani Fildişi Sahili ülkelerinin, o dönemdeki Batı Afrika'nın genel durumuna ışık tuttuğu için detaylı tanımları bulunmaktadır. Gayet uzun olan makalemin birinci kısmında aşağı yukarı bunları anlattım. Bu ülkeleri, bildiğimiz manasıyla devlet olmaktan çok uzak son derece güçsüz yönetimlere sahip, harita üzerindeki uydurma ve anlamsız sınırlarla birbirinden ayrılmış yerler olarak tanımlayarak ve bu yerleri bekleyen iç karartıcı ihtimallerden söz ettim. Benim ziyaret ettiğim sıralarda Sierra Leone siyasi açıdan oldukça kırılgan bir durumdaydı. Fildişi Sahili ise dikkatsiz gözler tarafından görülmesi mümkün olmayan bir biçimde kötüye gitmesine rağmen Batı'da (klişe bir biçimde) hala Afrikalı bir başarı hikayesi olarak görülmekteydi. 90’lı yılların ikinci kısmında dünyanın bütün büyük gazetelerinde bu bölge ile ilgili yazılanlarda, bölgedeki bu ülkeler tüyleri yeni çıkmaya başlayan demokrasiler olarak iyimser bir dille anlatıldı. Özellikle, Sierra Leone’deki 96 seçimlerine basın tarafından büyük ilgi gösterilerek, Batı Afrika ülkelerinin kıtanın gelecek adına izlediği yolun en önünde gittiği haberleri yapıldı.
Batı Afrika örneği
“Yaklaşmakta Olan Anarşi” ve daha sonra 97 Aralık tarihli Atlantik sayısında yayımlanan “Demokrasi Sadece Bir Andan mı İbaretti?” isimli yazımda anlatmak istediği nokta, seçimlerin tek başına, modern bürokratik kurumların tesis edilmesi kadar önemli olmadığıydı. Batı Afrikalı ülkelerin ise hiçbir bürokratik kurumu yoktu. Bu durum nedeniyle karamsarlık hissettim. Makalemin yayımlanmasından beş yıl sonra 1999’da, Sierra Leone tam manasıyla anarşiye teslim oldu. Sadece başkentleri Freetown’da binden fazla insanın kolları ve bacakları, aldıkları uyuşturucuların etkisiyle çılgına dönmüş küçük yaştaki çocuklar tarafından kesilmesinin ardından, ilaveten binlerce insan silahlı gruplar (disiplinli askeri birlikler değil, ellerine silah geçiren genç adamlar) tarafından öldürüldü. Mülteci olan ve yaşadıkları yerlerden çıkmak zorunda kalan insanların sayısı bir milyonun üzerinde, yani toplam ülke nüfusunun çeyreği kadardı. (Bu süreçten sonra BM barış gücüne bağlı birlikler 2005 yılına kadar ülkede durmak zorunda kaldı.)
Aynı dönemlerde, Fildişi Sahili bir askeri darbe ile sarsıldı. Ülke hızlı bir biçimde bir iç savaşa sürüklendi. 2011 yılına kadar bu savaş nedeniyle, kaotik ve coğrafya eksenli siyasi gruplar var olmaya devam etti. Liberya’daki savaş 2003 yılı boyunca sürdü. Nijerya, merkezi yönetime sahip ve birlik içindeki bir devlet anlayışındaki gerilemeyi durdurmayı başaramadı. Geçtiğimiz son birkaç yılda hem Sierra Leone hem de Fildişi Sahili, siyasi şiddet, kavmiyetçilik ve suç oranları hala çok büyük birer sorun olmasına rağmen belirli düzeyde bir istikrar tesis etmeyi başardı. 2013-2016 arasında, Sierra Leone, Liberya ve Gine büyük çaplı Ebola salgınlarına maruz kaldı. Aynı şekilde, Orta Doğu'da ya Amerika liderliğindeki koalisyonların müdahale etmesi ya da Arap Baharı sonucu zuhur eden daha kötü siyasi şartlarla sonuçlanan kaotik patlama süreci, diktatörlük yönetimlerinin altında benim Batı Afrika'da tespit ettiğim kurumsal boşlukların benzerlerinin mevcut olduğunu gösterdi.
"Türkiye'deki varoşlar"
93 yılının ortalarında Türkiye’de de varoşlar buldum ancak bunlar farklı tür varoşlardı. Aşırı derecede fakirlik olmasına rağmen suç oranları düşüktü ve sosyal olarak bir çözülme yaşanmıyordu. Bu noktada makalemden bir parçayı alıntı yapabilirim:
“Buradaki varoşlar, yerel halkın karakterine işlemiş kültürel manada güçlü yanlar ve zayıflıklar için bir turnusol kağıdı işlevi görmektedir. Varoşlardaki kötü yaşam koşullarına karakterlerinden ödün vermeden dayanabilen halklar, göreceli olarak geleceğin kazananları olacaktır. Kültürlerini bu sürece kurban veren halklar ise geleceğin kaybedenleri olacaktır. Türk şehirlerinde (sosyolojik manasıyla) varoş denilen bölgeler yoktur. Hem aile hem de toplum içindeki harç burada Afrika'da olduğundan çok daha güçlüdür. Yeniden dirilen İslam ve Türk kültürel kimlikleri, doğal esnekliğe sahip bir medeniyet üretmiştir. Tarihin en kadim göçebeleri olan Türkler içinden geçtikleri kötü dönemi eski günlerindeki gibi at sırtında sakin bir biçimde gider halde göğüslemektedir.
Benim tahminim, Türk jeopolitik gücünün, yükselen İslami kimlik ile birlikte büyüyeceği yönündeydi. O zamanlar Türkiye altmış yılı aşkın süredir laik bir demokrasiydi. 1994 yılında, Türkiye’nin (dindar, otoriter ve sürekli 'sorun çıkartan' birinin liderliğinde) İslami bir güç olarak tekrar sahneye çıkacağını kimse düşünmüyordu. O zamanlar ben şöyle yazmıştım:
“İslam dininin askeri doğası onu kötü duruma düşmüş kimseler için çekici hale getirir. Dünya üzerinde savaşmak için hazır olunmasını emreden ikinci bir din yoktur. Bölgesel sıkıntılar, artan kültürel hassasiyet, düzensiz şehirleşme ve iç göç etrafından dönen siyasi bir dönem, İslam'ın yoğunlaşmasının ve yayılmasının önünü açacak ilahi bir fırsattır."
İlaveten, haritaların nasıl bize yalan söylediğini ve güç geçtikçe sınırların daha da anlamsızlaşacağını anlattığım bölümde, Türk-Kürt savaşının, Orta Doğu sahnesinde İsrail-Filistin savaşından daha önemli hale geleceğini söyledim.
Çevresel faktörler
Makalede ayrıca, dünyada sözü dinlenen insanların gün geçtikçe daha fazla bir biçimde, doğal çevreyi, (iklim değişikliğinin yanı sıra) özellikle de su azlığı ve toprak erozyonunu büyük dış politika faktörlerinden birisi olarak kabul etmeye başladıklarını yazdım. Bu durum, 94 yılında bugün olduğu kadar açık bir şekilde gözlemlenememekteydi. İlavaten, gelecekteki savaşların toplumların hayatta kalması adına verileceğini, bu savaşlardan bazılarının çevresel kıtlık sonucu çıkacağını söyledim. Orta Doğu’daki silahlı çatışmalar üzerine hazırlanan raporlarda azalan su kaynakları hususundan hiç bahsedilmese de, sessiz ve direkt olmayan bir faktör olarak sahada rol oynamaya devam etti.
Tabi ki bu tahminlerim, ziyadesiyle Thomas Malthus kokuyordu. 1798 yılında hatalı bir biçimde dünya nüfusunun artmasıyla beraber insanların yiyecek kaynaklarının tükeneceği fikrini savunan Thomas Robert Malthus kadar hor görülen çok az düşünür vardır. Ancak Malthus’u eleştirenlerin kaçırdığı bir nokta bulunmaktadır. Kendisi, o dönemki siyasi felsefe tartışmalarına, ekosistemler başlığını dahil ederek, bu tartışmaların ufkunu tarifi imkansız bir şekilde genişletmiş bir isimdir. İnsanoğlu maymunlardan daha haysiyetli bir varlık olabilir ancak biz yine de biyolojik bir canlıyız. Günümüzde jeopolitik meseleler ele alınırken bizatihi doğanın kendisinin bu çalışmaların bir parçası oluşunu Malthus’a borçluyuz.
Makalede, İsrailli askeri tarihçi Martin van Creveld’in çalışmasından örneklerle, “Westphalia Anlaşması öncesi dönemin vizyonuna sahip küresel çapta düşük yoğunlukta çatışmaların yaşandığı bir nizam” fikrini açıklarken, “teknolojinin, (savaşçı çeteler tarafından) ilkel amaçlar doğrultusunda kullanılacağından” bahsettim. Bu, IŞİD’in elindeki rehinelerin kafalarını kestikleri görüntüler kamerayla çekip servis etmesinden 20 yıl önceydi. Her iki dünya savaşı örneklerinde olduğu gibi devletler arası çatışmaların büyük çaplı operasyonlara kalkışmayacağını savundum. Bunun yerine geleceğin (sağlıklı, yeterli derecede beslenebilen ve teknoloji tarafından şımartılmış topluluklar arasında) “iki kola ayrılacağına” ve dolayısıyla da insani şartlar açısında son derece iyimser bir tablonun ortaya çıkacağını, 80’li ve 90’lı yıllarda bizzat içlerinde bulunup hakkında haber hazırladığım dünyanın birçok bölgesinde istikrarsızlık ve düşük seviyeli şiddete mahkum diğer insanların durumun da iyileşeceğini söyledim.
Yanlış tahminler
Yaptığım tahminlerin bir kısmı da yanlış çıktı. Özellikle, gelişmekte olan dünyadaki çözülme ve ABD ile Batı'daki istikrarsızlık başlıkları arasında haddinden fazla yakın bir bağ kurdum. Amerikan siyasi sistemi günümüzde büyük sorunla (video ve dijital teknolojinin siyaset ve toplum üzerindeki etkileri gibi) karşı karşıya olsa da, bunun nedenleri benim geçmişte zikrettiklerim değildir. Son olarak, yazdığım yazıda sürekli olarak “Batı Afrika” ifadesini kullanmama rağmen, insanların her ne kadar tamamen yanlış olsa da “Batı Afrika'yı”, “Afrika'nın tamamı” olarak algılayacaklarını düşünmem gerekirdi. Mesela, Sierra Leone ve Fildişi Sahili’nde olanlar kurumların ve otoritenin mutlak boşluğu nedeniyle yaşanırken, Ruanda’daki soykırımın (Thomas) Hobbes’un anlattığı kaos türü ile bir alakası yoktu. Aksine, Ruanda, Batı Afrika'nın tam tersiydi. İyi organize edilmiş siyaset ve güvenlik aparatlarına sahip bir toplumda, modern usullerin kullanıldığı ve sistematik bir biçimde büyük çaplı bir suç işlenmesi ile Ruanda, güçlü bir devletin habis niyetlere sahip olması ihtimalinin çok da uzak olmadığının bir örneği olarak literatürde yerini aldı. Nazi Almanyası'nda ırk nasıl ideolojik bir silah olarak kullanıldıysa, Ruanda’da aynı şekilde kullanıldı. Batı Afrika'da ise ideoloji diye bir olgu dahi yoktu.
“Yaklaşmakta Olan Anarşi”, pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde ünlü olan diğer kitaplar ve makalelerle aynı kaderi paylaştı. Benim çalışmam da hep yanlış nedenlerden dolayı ya övüldü ya da yerildi. Ne zaman bir yerlerde herhangi bir sebepten dolayı gazete başlıkları kasvetli olmaya başlasa, “Yaklaşmakta Olan Anarşi” makalesinden periyodik olarak alıntılar yapılır. İlginç bir şekilde, özellikle Afrika'da ne zaman iyi bir şeyler olsa bu sefer “Yaklaşmakta Olan Anarşi” yerden yere vurulur. Hakkında yazdığım yerlerde makaleden 5, 10, 15 sene sonra yaşananlar gibi makalenin detayları da insanlar tarafından unutuldu. Geriye tek kalan sönük bir genel izlenim oldu. Haber döngüleri artık daha canlı ve yoğun olduğu için, yeni fotoğraflar eskilerinin yerini hızlı bir şekilde alınca, haberler de hızlı bir şekilde unutulmaktadır. Yeterince zaman tanınırsa, bir haber döngüsü, herhangi bir fikri ya tam yanlış ya da tam doğru olarak sonuçlandırır. Fukuyama’nın çalışması da aynı kaderin mahkumu oldu. İnceliklerle dolu olan ve mükemmel bir üslup ile hazırladığı tezi bugün minibüs yazısı olarak kullanılmaktadır. Gerçek şu ki; “Yaklaşmakta Olan Anarşi” isimli çalışma, dünyanın önemli bölgelerinde yaşanan ve bugün artık tamamlanmış olup, kendini tamamen yeni bir şeye dönüştürmeye başlayan, bir çözülme ve kabuk değişimi sürecinin başlama safhasını isabetli bir biçimde yakalamıştır.
Bundan yaklaşık 10 yıl önce, “Mason: Hint Okyanusu ve Amerikan Gücünün Geleceği” isimli kitabımda, ortaya yeni yeni çıkmakta olan Hint Okyanusu refah küresine dahil ettiğim, özelde Doğu Afrika genelde de Sahra Afrikası'ndaki önemli toprakları yeni bir karaktere bürüyen, orijinal bir ekonomik mali döngüsü ile alakalı olarak bazı konulara değindim. Aslına bakılırsa, Afrika’yı Afrika olarak düşünmek her geçen gün zorlaşmaktadır. Küreselleşme, Basra Körfezi, Hindistan ve Çin gibi birçok tanımlanabilir bölgeler meydana getirdi. Bu bölgelerin hepsi Doğu Afrika’ya büyük paralar yatırdı. Zimbabve'de felaketlere yol açan Robert Mugabe ve Güney Afrikadaki Jacob Zuma yönetimlerinin sona ermesinin arından gelen süreçte Afrika'nın güneyinde ülkelerde Batıdan daha fazla yatırım çekebilmek için büyük çaba sarf etmektedir. Batı Afrika ülkeleri Gine, Sierra Leone ve Liberya, on yıllar boyunca süren ve tekrar hortlaması gayet muhtemel olan anarşi tehlikesi altında can çekişmeye devam etmektedir. Kıtanın ortasındaki geniş ormanlara ev sahipliği yapan ve kıyılardan uzak olduğu için küreselleşme ve dış dünyadan görece olarak daha az etkilenen ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nden Güney Sudan’a ve Kongo Demokratik Cumhuriyetini içine alan bölge ise etnik-kabileci çatışmalar ve boğucu az gelişmişlik ile kıvranmaktadır.
"Dünya nizamının bekçisi olmayacak"
Modernizm özellikle Batı ve Orta Afrika’ya karşı çok zalim davrandı. Fransız, Afrika uzmanı Gerard Prunier’in de dediği gibi “Westphalia Anlaşmalarından bu yana Batılı devlet adamlarının kendi çocukları kadar sevdiği sınırlara inat, bu bölgedeki etnik köken, kavim ve dilin çizdiği sınırları bazen birbiri üzerinden geçerken bazen de üst üste gelmektedir.” Fransız uzman bölgedeki doğal sınırların “gözenekleri olan ince bir zar” şeklindeyken, Batılı emperyalistlerin sevdiği resmi sınırların “döküm demir” gibi olduğunu söylemektedir. Makalem, modernizmin bizatihi kendisinin ve beraberinde getirdiği hatalı sınırların, Afrika'daki geleneksel kültürü parçalamaya devam ettiği ancak henüz yeni siyasi ve toplumsal yapıların tutunacak kadar güçlenemediği bir süreçte yazıldı.
Ancak evrim acımasız bir olgudur. Özellikle teknoloji, doğanın dize getirilmesinden çok boyutunun küçültülmesinin önünü açmıştır. Bu, jeopoliitk dünyanın daha küçük, daha klostrofobik ve dolayısıyla da daha gergin bir hale gelmesine ve Afrika'nın ve diğer bölgelerin kaderinin gün geçtikçe daha fazla Batının kaderine bağlanmasına yol açmıştır. Günümüzde Avrupa’daki yerel nüfus duraklama ve hatta bir gerilme eğilimine girmişken, Afrika'nın nüfusunun bu yüzyılın sonuna kadar 1 milyardan, 4 milyara ulaşacağı öngörülmektedir. Üstelik, bu muazzam artış, kara kıtanın bazı bölgelerinde gerilemekte olan nüfus artış oranlarına rağmen gerçekleşecektir. Bugün nüfusu 200 milyon civarında olan Nijerya'nın, bu süreç sonunda 750 milyona ulaşacağı tahmin edilmekte olup, bu artış nedeniyle ülkedeki tarım topraklarının erozyona maruz kalacağı da düşünülmektedir. Aç kalan insanların güneyden kuzeye doğru başlatacağı bir göç dalgası sadece bir başlangıçtan ibaret olacaktır. Bu noktada, uzmanlara göre, otomasyon, yapay zeka ve 3D yazıcılar hususlarında iyice ilerleyen Batılı şirketler ucuz iş gücüne eskisi kadar bağımlı olmayacağı için, insanlar, fakir kalan bölgelerden göçün bir seçenek olarak işe yaramayacağını anladıkları zaman bölge daha da istikrarsızlaşacaktır. Bazı Afrika ülkelerinde orta sınıfın yavaş da olsa zuhur etmeye başladığı gözlemlenmektedir. Bu eğilimin devam etmesi, daha fazla sayıda fakir insanın ayaklarıyla oy kullanıp göç etmeye başlamasına neden olacaktır. Toprağı işleyen ve bulunduğu yere kök salan güruh, okuma yazmayı yeni öğrenmiş ve yükselen beklentilerle kendini güçlendirmiş büyük kitlelerden, siyasi manada her zaman daha fazla istikrarlıdır.
Dünyada devam eden ekonomik gelişme sürecinin, Afrika veya diğer bölgelerdeki siyasi kabuk değişimi sürecini bastıracağını düşünmeniz büyük bir hata olur. Hatta, söz konusu gelişme süreci, farklı türdeki başka ve büyük ölçekli kabuk değişimi süreçlerine yol açacaktır. “Değişen Toplumlardaki Siyasi Nizam” isimli çok mühim kitabında Huntington’ın yazdığı gibi gelişmekte olan dünyadaki sosyal ve mali değişimler, yeni kurumsal yapılar talep ederken, hali hazırda var olan kurumsal yapılarda da ağır reformlar yapılmasını gerektirdiği için, zaten çalkantılı ve karışık olan siyasi durumun da sofistike ve problemli bir hale gelmesine yol açar. Büyük teknolojik değişimler ve fakir ülkelerdeki mutlak nüfus artışları ile çevrili ve her geçen gün birbiriyle daha sıkı bağlar kuran dünyanın, basitçe anlatmak gerekirse barış içinde olması namümkündür. Bu da, devletlerarası büyük çaplı savaşlar konusunda özellikle de Rusya ve Çin gibi otoriter devletlerin artan askeri gücü göz önüne alındığında yanılmış olabileceğimi göstermektedir. Gürültülü değişim süreçleri, hem iyi kötü manada (hatta bazıları şiddeten içeren) yaşanmak zorundadır. Çünkü, dünya nizamını (ve bu nizamı ayakta tutan kurulu hiyerarşileri) muhafaza edecek bir gece bekçisi olmayacaktır. Bu, açık bir şekilde, merhum Colombia Üniversitesi siyaset bilimadamı Kenneth Waltz tarafından literatüre geçirilen anarşinin sözlük tanımıdır. Benim (eskiden olduğu gibi şimdiki) vizyonum, geniş çaplı jeopolitik karmaşa süreçlerinin karamsar olmaktan çok sade bir şekilde tarihi olarak nitelendirilmesi yönündedir.
Tercüme: Mepa News