ABD, Çin, Rusya: Modern imparatorlukların çöküşü ne getirecek?
Savaşlar tarihi kırılma noktalarıdır. Umumi milli gerileme süreçlerinin taşma noktası olan ne idüğü belirsiz savaşlar ölümcül olabilir. Bu tez özellikle imparatorluklar için geçerlidir. Eğer 1. Dünya Savaşı hiç yaşanmamış olsaydı Orta Avrupa’ya yüzyıllar boyunca hükmeden Habsburg İmparatorluğu içten içe çürümeye devam etmesine rağmen bugün belki de hala hayatta olabilirdi. Aynı durum 19. yüzyıl ortalarından itibaren “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tanımlanan Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir. Tıpkı Habsburg Hanedanlığı gibi Osmanlı İmparatorluğu da 1. Dünya Savaşı’nda kaybedenlerin safında olmasaydı daha yıllarca varlığını sürdürebilir veya bambaşka bir kimliğe bürünüp yoluna devam ederek bugün hayatta olabilirdi.
İmparatorluklara müstehak bu sonların artçı şokları asla ne hafife alınacak ne de kutlanacak şeyler değildir. İmparatorluklar kaos neticesinde doğar ve imparatorlukların çöküşü de genellikle beraberinde kaos getirir. İçinde çok sayıda etnik grubu barındıran Osmanlı ve Habsburg imparatorluklarının küllerinden doğan görece daha tek etnik unsura dayalı devletlerin çoğu radikal kimliklere kaymış ve istikrarı yakalayamamıştır. Böyle olmasının sebebi, imparatorluk şemsiyesi altında tansiyonu düşük olan ayrılık taraftarı gruplar ve bu grupların kendilerine has meselelerin, mensubu olduğu çatı yıkıldığında bir anda kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalması ve çoğu örnekte olduğu gibi büyük güçler tarafından birbirlerine karşı kullanılmasıdır. Nazilik ve faşizm, Habsburg ve Osmanlı sonrası dönemde Balkanlarda kana susamış devletler ve gruplara ilham vermiş, benzer şekilde Avrupa’da eğitim gören Arap entelektüeller de bu fikirleri bağımsızlıklarını yeni kazanan memleketlerine getirerek korkunç bir ideoloji olan Baasçılığın şekillenmesinde rol oynamıştır. Winston Churchill 2. Dünya Savaşının sona erdiği günlerde bu hususta konuşurken, Almanya, Avusturya ve diğer yerlerdeki imparatorluk hanedanlıklar Versay’daki barış masasında bir kenara fırlatılıp atılmasaydı “Hitler gibi birisi asla olmazdı” demiştir.
20. yüzyıl büyük oranda hanedanlık imparatorluklarının çökmesi ve daha sonra cereyan eden savaşlar ve jeopolitik kargaşa üzerinden şekil almıştır. İmparatorluk olgusu entelektüel kesim tarafından ağır şekilde eleştirilir fakat imparatorluk seviyesindeki siyasi yapıların gerilemesi beraberinde çok daha büyük sorunlar getirebilir. Mesela, bölgede son yüz yıldır devam eden kanlı hadiseler kanıtlamaktadır ki Orta Doğu bugün hala Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü hususunda yeterli bir çözüm bulabilmiş değildir.
Bugün Çin, Rusya ve ABD’nin ‘zayıflığı (savunmasızlığı)’ tartışılırken tüm bu zikrettiklerimiz hesaba katılmalıdır. Bu büyük güçler göründüklerinden daha kırılgan olabilir. Politika felaketlerinin önüne geçilmesi için gerekli ‘kendisini hiçbir zaman rahat hissetmeyen feraset’ yani bir trajedi yaşanmasını engellemek için gerekli olan ‘her an bir trajedi patlak verecekmiş gibi düşünme kabiliyetinin’ Pekin, Moskova ve Washington’a baktığımızda ya yeterince geliştirilmemiş olduğunu ya da zaten hiç var olmadığını görürüz. Yakın dönemde hem Rusya (Ukrayna’da) hem de ABD (Irak ve Afganistan’da) kendi sonlarını getirecek türden savaşlara kendi iradeleri ile girdi. Benzer şekilde Çin de Tayvan’ı işgal etme takıntısı yüzünden kendini yakabilir. Bu üç büyük güç te yakın tarihte yaptıkları ile uzun vadede hayatta kalma hususunda sağduyuya sahip olmadıklarını açık bir şekilde ispatladı.
Bugünkü büyük devletlerin bir tanesi veya hepsi birden ani şekilde zayıflarsa hem bu devletlerin sınırları içinde hem de dünyanın dört bir yanındaki kafa karışıklığı ve kargaşa artar. Zayıflamış veya bir şekilde kendini bir savaşın içinde bulmuş bir ABD’nin, Avrupa ve Asya’daki müttefiklerine sağlayabileceği destek azalır. Ukrayna’daki savaştan kaynaklanan faktörler sebebiyle Kremlin rejimi sallanmaya başlarsa kurumsal açıdan Çin’e kıyasla daha zayıf olan Rusya kısa süre içinde eski Yugoslavya’nın düşük kalorili bir versiyonu haline gelerek Kafkasya, Sibirya ve Doğu Asya’daki tarihi topraklarını kontrol edemez hale gelir. Çin’in ekonomik veya siyasi bir krize girmesi ise ülke içindeki bölgesel huzursuzlukları şiddetlendireceği gibi Pekin’in politikalarına uzun yıllardır müdahale ettiği Hindistan ve Kuzey Kore’nin de daha bağımsız şekilde hareket etmesine yol açabilir.
Sallantılı zemin
Günümüz büyük güçleri imparatorluk değildir. Fakat Rusya ve Çin, tarihlerindeki imparatorlukların izlerini taşımaktadır. Kremlin’in Ukrayna’da giriştiği savaşın kökü hem Rus hem de Sovyet imparatorluklarının da gündeminde olan meselelerdir. Benzer şekilde Çin’in Tayvan’a yönelik düşmanca tavırlarında son Çin imparatorluğunun Asya’daki tek egemen güç olma hedefinin yansımaları vardır. ABD, kurulduğundan bu yana kendisini resmi olarak asla bir imparatorluk olarak tanımlamasa dahi Kuzey Amerika kıtasında batıya doğru genişlediği dönemde ve daha sonra da uzak denizlerdeki bazı topraklara el koyduğu zamanlarda bir imparatorluktan aşağı kalır yanı yoktu. Buna ilaveten 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan dönemde de daha önce sadece imparatorlukların yapabildiği ölçekte bir küresel egemenlik kurdu.
Bugün bu üç büyük gücün hepsi mutlak çöküş veya belirli derecede parçalanma ihtimallerinin bir kenara atılamayacağı belirsiz geleceklerle karşı karşıyadır. Hepsinin önündeki sorunlar her ne kadar farklı farklı olsa da her birinin karşısına dikilen zorluklar ellerinde tuttukları gücün bizatihi varlığından kaynaklanan temel meselelerdir. Üç büyük kuvvetten şu anda en fazla risk altında olanı Rusya’dır. Kremlin Ukrayna’daki savaşı kazansa dahi gerçek manada bir barış anlaşması olmaması halinde (ki bu gelinen noktada pek olası değildir) AB ve G-7 devletlerinin ekonomilerine olan erişimin kaybedilmesi nedeniyle derinleşecek ekonomik kriz ile yüzleşmek zorundadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın hasta adamı olduğu gibi Rusya için de Avrasya’nın hasta adamı denilebilir.
Çin’e bakacak olursak, yakın geçmişte sürekli çift haneli oranlarda seyreden büyüme oranları düşerek tek haneli hale geldi ve hatta bu oranlar yakında %5’in altına doğru düşebilir. Çin devletinin tahvilleri ve Çinli şirketlerin hisse senetlerini elinde tutan yabancı yatırımcılar bu varlıklarını elden çıkartarak milyarlarca doların ülkeyi terk etmesine sebep oldu. Çin ekonomisinin artık olgunlaştığı ve yabancı yatırımın gerilediği bu yıllarda artık yaşlanmaya başlayan genel nüfus nedeniyle Pekin’in emrindeki iş gücü de küçülmeye başladı. Zikredilen bu meselelerin hiçbirisi gelecekteki iç istikrar açısından hayırlı haberler taşımamaktadır. Eski Avustralya başbakanlarından Kevin Rudd’a göre Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, uyguladığı istatistikçi ve katı komünist politikalar eliyle “son 35 yıldır altın yumurtlayan tavuğun boğazını sıkmaya başladı.” Sıradan Çin vatandaşlarının yaşam standartlarının kötüleşmesine yol açacak olan bu karamsar ekonomik gerçekler, sosyal barışı tehdit edebileceği gibi buna ilaveten komünist sisteme verilen desteğin azalmasına da yol açabilir. Otoriter rejimler dışarıdan çok sakin gibi görünse dahi içeriden çürüme ihtimali her zaman mevcuttur.
ABD bir demokrasi olduğu için onun sorunları daha görünür meselelerdir. Fakat görünür olmaları bu sorunların ağırlığını azaltmaz. Gerçek şu ki federal yönetimin borçlarının artık ayakta tutulması imkânsız seviyelere doğru tırmanmaya devam ettiği bugünlerde Amerikalılar bizzat sancaktarlığını yaptıkları küreselleşme sürecinin etkisiyle, bir tarafta yeni ve küresel kozmopolit medeniyetin değerlerine kapılıp gidenler diğer tarafta da bu değerleri reddederek daha geleneksel ve dini kimlikli bir milliyetçiliğe sarılanlar olmak üzere kanlı bıçaklı iki gruba ayrıldılar. ABD’nin yarısı kurulu olduğu kıta coğrafyasından çoktan kaçarken diğer yarısı kıtaya kazık çakmıştır. Son iki yüz yıl boyunca Amerikan toplumunun birbirine yakınlaşması sürecinde büyük rol oynayan ABD’nin dünyanın geri kalanıyla arasında okyanuslar olduğu gerçeği artık gelinen noktada eskisi kadar etkili bir faktör değildir. Matbaa ve daktilo devrinde tıkır tıkır işleyen devasa bir demokrasi olan ABD, beraberinde getirdiği yeniliklerin popülist öfkeyi besleyerek Donald Trump’ın yükselişine vesile olan dijital çağda aynı başarı seviyesini yakalayamadı.
Ufukta görünen yeni bir küresel güç ayarının altında yatan sebep işte bu değişimlerdir. Bu çerçevede olası senaryolardan ilki şudur; Rusya başlattığı gayrimeşru savaş yüzünden hızla güç kaybederken Çin devleti gittikçe daha radikal şekilde kökten Leninciliğe geri dönmeye çalışan komünist parti yönetimi altında ekonomik ve teknolojik gücünü idame ettirmekte zorlanmaya başlar ve kendi içindeki karışıklıklardan sıyrılmayı başarıp yeniden güçlenen ABD de tıpkı Soğuk Savaşın hemen ardından olduğu gibi tek kutuplu bir hegemon olmaya devam eder. Bir diğer ihtimal de gittikçe daha da otoriter bir kimliğe bürünmesine rağmen Çin’in, gerçek manada çok kutuplu bir dünya nizamının sağladığı avantajla ekonomik dinamikliğini idame ettirmeyi başarmasıdır. Üçüncü senaryoda ise tüm süper güçlerin düzenli şekilde zayıflaması neticesinde uluslararası nizamda daha büyük çaplı bir anarşi zuhur eder. Başta Orta Doğu ve Doğu Asya’daki orta seviyede güçlü devletler olmak üzere sahneye yeni aktörler çıkmaya başlar. Putin sonrası dönemde kaosa teslim olan Rusya nedeniyle tehdit altında olmalarına rağmen Avrupalı devletler ise bel bağladıkları Amerikan liderliğinin yokluğunda neredeyse hiçbir konuda aynı zeminde buluşmayı başaramaz.
Bu senaryolardan hangisinin gerçeğe dönüşeceğini askeri mücadelelerin sonucu belirleyecektir. Şu anda tüm dünya, Doğu Avrupa’daki geniş çaplı bir kara savaşının Rusya’nın beklentilerine ve bir büyük güç olarak sahip olduğu karizmaya neler yaptığına şahitlik etmektedir. Ukrayna vakası, Rusya’nın savaş makinasının gelişmekte olan dünyadan bir parça olduğunu yani disiplinsizliğe ve firara yatkın birliklere, çok kötü bir ikmal vaziyetine ve son derece zayıf bir astsubay kadrosuna sahip bir ordu olduğunu kanıtladı. Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi veya Tayvan’da patlak vermesi muhtemel deniz gücü, siber saldırılar ve füze kullanımını içeren sofistike bir savaşı başlatmak, tıpkı Ukrayna vakasında tecrübe edildiği gibi bitirmekten çok daha kolay olacaktır. Mesela, yarın bu tür bir askeri harekât yaşanması halinde ABD’nin stratejik hedefi ne olur? Çin’deki komünist parti rejimini sona erdirmek mi? Farz edelim ki komünist parti bir şekilde yıkıldıktan sonra doğacak kaosla nasıl başa çıkılacağına dair bir plan var mıdır? Washington bu soruların cevaplarını henüz yeni düşünmeye başladı. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta öğrendiği üzere savaş, Pandora’nın kutusudur.
Hayatta kalma stratejisi
Hiçbir büyük güç sonsuza kadar yaşamaz. Fakat bir imparatorluğun ne kadar dayanabileceğine dair belki de en etkileyici misal, MS 330’da doğup 1204’teki 4. Haçlı Seferi sırasında kısa süreli olarak ortadan kalkmasına rağmen toparlanarak 1453’teki nihai Osmanlı zaferine kadar hayatta kalmayı bilen Bizans İmparatorluğu’dur. Bizans’ın, Batı Roma İmparatorluğunun sonunu getiren coğrafya ve düşmanlardan çok daha azılıları ile mücadele edip bir de bunu çok daha ağır zayıflıklarla uğraşırken yaptığı göz önüne alındığında insanın bu başarıya duyduğu hayranlık ikiye katlanmaktadır. Tarihçi Edward Luttwak’a göre Bizans, “askeri gücünden çok ‘ikna’ etmenin tüm şekillerine yani müttefikler kazanma, düşmanlarının şevkini kırma ve potansiyel düşmanları birbiriyle savaştırma faaliyetlerine bel bağlayan” bir imparatorluk olduğundan dolayı savaş meydanına çıkmak zorunda kaldığı vakit “düşmanı yok etmekten ziyade onu zapt etmeye gayret ederdi. Böyle bir yol izlemelerinin nedeni hem kendi sayılarını muhafaza etmek hem de bugünün düşmanlarının yarının müttefikleri olabileceği ihtimalini bilmeleriydi.”
Bir başka deyişle, mesele aslında sadece mümkün olduğunca geniş çaplı savaşlardan kaçınmak değil aynı zamanda sizinkinden farklı bir siyasi sistemi olsa dahi bugünün düşmanını yarının dostu olarak görmenizi engelleyecek nitelikteki ideolojik saplantılardan uzak durmaktır. Kendisini demokrasiyi yaymaya adamış misyoner bir güç olarak gören ABD bu açıdan sınıfta kalmaktadır. Herkes tarafından dindar olduğu kabul edilmesine rağmen Bizans, sisteminin içine gayet ‘ahlaki olmayan’ bir esnekliği dahil etmiştir. Bu gerçekçi yaklaşımı ABD’nin benimsemesi ise mutaassıp medyanın gücü nedeniyle mümkün değildir. Amerikan medyasındaki nüfuz sahibi şahıslar, bazen ABD’nin jeopolitik çıkarlarına zarar verse dahi Washington’a sürekli demokrasi ve insan haklarını yüceltmesi ve hatta zor kullanarak dikte etmesi hususunda baskı yapmaktadır. ABD’nin gözünü kör eden bir diğer topluluk da dış politika hususunda görevli kurum ve şahıslardır ki bunların Afganistan’ın dik başlılığından ve Irak’ın çöküşünden gerekli dersleri hala almadığı, 2011 yılında Libya’ya askeri olarak müdahale edilmesi yönünde alınan karardan bellidir. Biden hükümetinin Ukrayna’da gösterdiği ölçülü tepki (sahaya bizzat Amerikan askeri göndermemesi ve gayrı resmî kanallardan Ukrayna’ya savaşı Rus topraklarına taşımaması tavsiyesinde bulunması) bu hususta belki bir dönüm noktası olabilir. Washington bu şekilde davranmaya devam edip, yaklaşımını ne kadar misyonerlikten uzak tutarsa kendisini sonucu felaket olacak savaşların içinde bulma ihtimali o kadar azalacaktır. Tabii ki ABD’nin, işin içinde kendisine ekonomik veya jeopolitik avantaj sağlayacak bir şeyler olduğu takdirde değerleri kendininkilerden farklı rejimlerle memnuniyetle çalışmaktan imtina etmeyen ve diğer devletler veya toplumlara ahlak nutukları çekmeyen Pekin yönetimi kadar ileriye gitmesine gerek yoktur.
Biraz daha kontrollü bir dış politika, Amerika’nın uzun vadede hayatta kalması için tam gereken şey olabilir. Siyaset bilimciler John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın 2016 yılında Foreign Affairs için kaleme aldığı yazıda bahsettiği “denge hususunu taşeronlara devretme (offshore balancing)” olgusu yani “ABD’nin tüm dünyanın polisliğini kendi yapmak yerine, yükselen kuvvetleri kontrol etme konusunda liderlik yapmaları için diğer devletleri teşvik ederek sadece gerekli olduğu noktalarda müdahale etmesi” Washington’un rehberlik stratejisi olarak hizmet verebilir. Fakat bu yaklaşımla ilgili sorun, günümüzde son derece akışkan ve birbirine bağlı olan dünyanın bir ucundaki krizlerin diğer uca kolayca göç edebildiği bir ortamda bu derece ihtiyatla hareket edilmesinin pek de pratik olmamasıdır. Kısacası ‘offshore balancing’ haddinden fazla kısıtlayıcı ve mekanik gibi görünmektedir. İçine kapanma (yalnızlık) politikası, Atlantik Okyanusunu geçmenin tek yolunun günlerce deniz yolculuğu yapmak olduğu dönemde belki işe yaramış olabilir ancak günümüzde açık bir şekilde kendini dizginleme politikası izlemek sadece zayıflık ve belirsizlik mesajı verecektir.
Ne yazık ki ABD ne yaparsa yapsın bazılarının askeri bileşeninin de olacağı dış krizlere taraf olması veya müdahale etmesi kaçınılmaz bir kaderdir. Bu içinde yaşadığımız her geçen gün biraz daha klostrofobik, kalabalık ve iç içe geçmiş hale gelen dünyanın öz doğasıdır. Şunu tekrar etmekte fayda var ki dikkat edilmesi gereken anahtar nokta, her daim trajik düşünmek yani her kriz ortamında yaşanabilecek en kötü senaryoyu aklından bir an olsun çıkartmamaktır. Bunu yaparken bir yandan da kendini ucu umumi atalete varacak şekilde sabit tutmayı bilmek eşit derecede elzemdir. Bu tarif ettiğimiz şey bir ilimden çok bir hissikablelvuku ve bir sanattır. Ancak tarihteki tüm büyük güçler bu formül sayesinde hayatta kalmıştır.
İmparatorlukların sonu aniden gelebilir ve bu olduğunda arkadan mutlaka kaos ve istikrarsızlık gelir. Rusya’nın bu kaderden kurtulması için büyük ihtimalle artık çok geçtir. Çin belki muvaffak olabilir fakat bu zor olacaktır. Günümüzdeki büyük güçler içinde vaziyeti en iyi olan hala ABD’dir. Fakat, Washington meselelere yaklaşımında daha trajik ve gerçekçi bir değişimi benimsemeyi ne kadar ertelerse durumu o kadar kötüleşecektir. Limitler üzerine kurulu bir ‘büyük strateji’ oluşturulması elzemdir. Umarız ki bu süreç Biden hükümetinin Ukrayna’daki savaş politikası ile başlar.
Robert D. Kaplan tarafından kaleme alınan ve Foreign Affairs'te yayınlanan bu değerlendirme Mepa News okurları için tercüme edilmiştir. Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.