Demokrasi gemisi İslam'a geçişin yöntemi olamaz
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Şüphesiz hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayete ilettiğini kimse saptıramaz. Saptırdığını da kimse hidayete iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O tektir, Ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed sallallahu aleyhi vesellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.
Bundan sonra;
Yüce Allah’ın (azze ve celle) keremiyle kaleme aldığım bu risalede, evvelden beridir coğrafyamızda var olan, lakin son dönemde tekrar gündeme oturan “demokrasi” olgusu ve onun İslam karşısındaki bağlamlarını ele aldım. Özellikle demokrasi olgusunun İslam’a vasıl olma yolunda bir kaldıraç olarak kullanılmasının nasıl bir musibet olduğunu izah etmeye çalıştım. Beni tanıyan okuyucular, tenkitlerimin hedeflerinin nereye yönelik olduğunu zaten derhal kavrayacaktır. Bunun ötesinde, berrak bir kalp ile hakkı arayan her bir okuyucu için yüce Allah’tan muvaffakiyet niyaz ederim.
Allah’ım sen yeryüzünün her yerinde senin yolunda esir olan ve mücadele eden Müslümanlara yardım et. Allahumme amin.
Birinci Fasıl
Şer’i ahkam ve aklî ahkam arasındaki mesafe
İslamî siyasal yöntem ile Batı’nın siyasal yaklaşımı arasında derin ve açık bir farklılık bulunmaktadır; zira her iki sistem de tamamen farklı temel kabullerden hareket etmektedir. İslam, Allah’a iman (lâ ilâhe illallah) esasına dayalı bir kolektivizmi emrederken; Batı, toprak temelli ve Allah’tan başka bir otoritenin egemenliğine dayanan bir kolektivizmi esas alır.
Eğer Batı bu felsefesini yalnızca kendi coğrafyasında sürdürmüş olsaydı ve Müslümanlarla kâfirler arasında net bir ayrım korunmuş olsaydı, tıpkı 1300 yıl boyunca büyük ölçüde olduğu gibi, insanlık arasındaki doğru ayrışım açık bir şekilde devam edebilirdi. Nitekim Haçlı Seferleri sırasında, Müslümanlara karşı başlatılan savaşın temelinde her iki taraf için de dinsel bir saik bulunmaktaydı. Haçlılar, Hristiyanlık ve haç bayrağı altında seferber olmuşlardı. Müslümanlar ise kendi dinlerinin sancağı altında toplanarak bu saldırılara karşı koymuşlardı. İki taraf arasındaki ayrım, siyasal, dinsel, sosyolojik vesaire her türlü alanda kendisini belli eden net ve kesin bir ayrımdı.
Ancak 1924’te Hilâfet’in yıkılmasıyla birlikte, kâfirler modern çağın sahte fikirlerini, kavramlarını ve ideolojilerini Müslüman topraklara fiilen taşımaya başladılar ve bunları zorla uygulamaya koydular. Ardından medya, eğitim ve ekonomik yaptırımlar yoluyla bu felsefeleri Müslüman halklara öğrettiler ve onları hem bedenen hem zihnen bir esaret düzenine mahkûm ettiler. Müslüman nesiller, bu “yeni dünya düzeni”nin içinde doğup büyüdü.
Batı tarafından çizilen harita sınırları, Müslümanların zihinlerine ve kalplerine derinlemesine kazındı; inanca dayalı ümmet anlayışı ise bütünüyle tahrip edildi.
Şeyh Abdullah Azzam (rahimehullah) şöyle der:
“Milliyetçilik, Avrupalılar tarafından dizayn edilmiş ve bu coğrafyada Haçlılar eliyle uygulamaya konmuş bir kavramdır. Kendi ifadelerimi değil, doğrudan milliyetçiliği savunanların, planlayıcılarının ve yazarlarının kendi sözlerini kullanacağım. Milliyetçilik iki ana hedef doğrultusunda geliştirilmiştir:
Birinci hedef, Osmanlı’yı bu bölgeden çıkarmaktır. İkinci hedef ise, İslam dininin yerine Arapçılığı (Arabizmi) ikame etmek ve böylece bölgeyi dininden boşaltarak, her türlü ideolojiye açık hâle getirmektir
Dolayısıyla bu, tamamen Avrupai bir kavramdır; ancak bu fikri bölgede hayata geçirenler, Haçlı zihniyetine sahip Oryantalistler olmuştur. Özellikle bölgedeki Hristiyan unsurlar bu projede aktif rol oynamıştır. Bu sürecin başlangıcı, 1847 yılında kurulan ve hem Nasif el-Yazici hem de Butrus el-Bustani gibi Hristiyan şahsiyetler tarafından kurulan Suriye İlim ve Sanat Derneği ile olmuştur. Daha sonra bu kurum, 1868’de adını Suriye İlim Derneği olarak değiştirmiştir. Osmanlı’yı ortadan kaldırma niyetlerinin açık bir delili ise, doğrudan kendi liderlerinin sözlerinde mevcuttur. Edward Atiyah şöyle der:
'Suriyeli Hristiyanlar, Türk (Osmanlı) hâkimiyetinden nefret ediyor ve bir kurtuluş umuyorlardı.'
Nasif bin Abdullah el Yazıcı (25 Mart 1800 - 8 Şubat 1871), Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamış bir yazar ve İbrahim el-Yazıcı'nın babasıdır. Nahda hareketinin önde gelen isimlerinden biriydi.
Butrus bin Bûlüs el Büstânî (1819 - 1883), Lübnan'ın önemli simalarından eğitimci, dil âlimi ve gazeteci-yazar.
Edward Selim Atiyah (1903- 22 Ekim 1964) İngiliz-Lübnanlı bir yazar ve siyasi aktivistti. Kendisi en çok 1946 tarihli otobiyografisi "Bir Arap Hikayesini Anlatıyor" ve 1955 tarihli "Araplar" kitabıyla tanınır.
Şeyh Abdullah Azzam (rahimehullah) şöyle devam eder:
"Lübnan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden bir grup akademisyen tarafından kaleme alınan 'Arap Toplumu' adlı eserde ise şu ifadelere yer verilir:
'Arap dünyasında, Türk (Osmanlı) yönetimine karşı ortaya çıkan ilk Arap milliyetçisi renk taşıyan hareket, Arapçılığı hem temel hem de hedef olarak benimsemiştir. Bu hareket, Beyrut’ta bir grup genç Hristiyan tarafından kurulan gizli bir cemiyet idi ve amacı Araplar ile Türkleri birbirinden ayırmaktı. Bu cemiyetin kurulmasına ilham veren kişi, Zoq Mikha’il kasabasından Elias Hibali adlı bir şahıstı. Kendisi Amerikan Üniversitesi’nde Fransızca dersi veren bir profesördü. Öğrencileri arasında, Nasif’in oğlu İbrahim el-Yazici, Ya‘kub Saruf ve Şahin Mekaryus gibi isimler de yer almaktaydı. Bu profesör, Fransız Devrimi’ne büyük hayranlık besliyordu.'"
İbrahim el Yazıcı (1847–1906) Suriyeli bir filozof, filolog, şair ve gazeteciydi.
Milliyetçiliğin Batı menşeli bir düşünce olduğunu destekleyen bir başka tanıklık da, Arap milliyetçiliği tarihine dair çalışmalarıyla bilinen Philip Hitti’ye aittir. Uzun yıllar boyunca Baasçı ideologlar tarafından kaynak gösterilen ve Arap çocuklarına “kurgusal bir tarih” öğretmek amacıyla kullanılan bu tarihçi şöyle demektedir:
“Suriye entelektüel çevresi ile Batı ideolojik çıktılarının buluşmasının bir sonucu olarak, kapsamlı Arap milliyetçiliği ilkeleri doğmuştur. Bu ilkeler, büyük ölçüde Amerikan siyasal teorilerinden ilham almıştır. Oysa Türk milliyetçiliği, Arap milliyetçiliğinden sonra gelmiş ve esas olarak Fransız Devrimi ilkelerinden etkilenmiştir.”
Hitti ayrıca şu değerlendirmeyi yapar:
“Arap milliyetçiliği ilkeleri, 19. yüzyılın 70’li yıllarında, büyük çoğunluğu Lübnanlı Hristiyanlardan oluşan ve ülkelerindeki Amerikan okullarında eğitim almış Suriyeli entelektüellerin eliyle ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik, şüphesiz ki, Avrupa menşeli bir üründür ve dünya, bu kavramı Avrupa’dan ithal etmiştir.”
Philip Khuri Hitti (1886, Osmanlı döneminde Suriye eyaletinde Şimlan -bugünkü Lübnan- - 1978), Arap kültürü ile yaptığı çalışmalar sayesinde ABD'de Arap kültürünün tanınmasını sağlayan oryantalist yazar. Maruni inancına mensuptu.
Son olarak, Araplar tarafından “Arapların taçsız kralı” olarak anılan İngiliz casus T.E. Lawrence, “Hikmetin Yedi Sütunu” adlı meşhur eserinde şunları yazar:
“Arap hareketine inandım ve daha buraya gelmeden önce, bu hareketin içinde Türkiye’yi parçalara ayırma fikrinin bulunduğuna emindim.”
Thomas Edward Lawrence (16 Ağustos 1888 - 19 Mayıs 1935), takma adı ile Arabistanlı Lawrence veya kendini Araplara tanıttığı ismi ile John Hume Ross, İngiliz ordu subayı, arkeolog, diplomat ve yazar. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Arap Bürosu bünyesinde diğer İngiliz subay ve istihbarat görevlileri ile birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı düzenlenen Arap Ayaklanması'nın (1916-1918) başarılı olmasındaki en mühim figür olması ile tanındı.
Dolayısıyla, tüm bu isimler ve metinler ve alıntılar açıkça göstermektedir ki, milliyetçilik Batı menşeli bir fikirdir ve bu düşüncenin öncelikli amacı, Osmanlı varlığını ortadan kaldırmak olmuştur.
Şeyh’ul İslam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle söyler:
“İslam ve Kur’an’ın çağrısı dışında kalan; soy, toprak, milliyet, mezhep ya da farklı yollar üzerinden yapılan her türlü çağrı, cahiliye (yaşantısına) ait çağrılardandır.”
Nitekim, Muhacirler ile Ensar arasında bir tartışma çıktığında, Muhacirlerden biri: “Ey Muhacirler!” (yardımıma koşun anlamında) diye seslenmiş, buna karşılık Ensarlardan biri de: “Ey Ensar!” diyerek karşılık vermiştir. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu duyunca çok öfkelenmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Cahiliye davası ile mi çağrıda bulunuyorsunuz, hem de ben aranızda iken?!”
Bu hadis-i şerif, İslam’da ırk, soy, bölge veya grup aidiyeti üzerinden yapılan çağrıların ne kadar tehlikeli olduğunu açıkça ortaya koymakta; Müslüman kimliğinin, bütün aidiyetlerin önünde geldiğini güçlü biçimde vurgulamaktadır.
Renk, mezhep ya da kabile esasına dayalı olarak Müslümanlar arasında bölünmeye gidilmesi, ilahî naslarla açıkça yasaklanmıştır. Bu durum, kâfirlerin ne denli sapkın bir anlayış taşıdığını ve Müslümanların içine düştüğü hazin tabloyu gözler önüne sermektedir. Zira İslam toplumlarının içerisinden, milliyetçilik temelli çağrılar yapan hareketlerin doğmuş olması, başlı başına bir çelişki ve büyük bir savrulmadır. Oysa ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetinden ayrılırken şu açık uyarıyı bırakmıştır:
“İnsanlar, artık ölmüş olan atalarıyla övünmeyi terk etsinler. Onlar, Cehennem’in odunundan başka bir şey değildir. Yoksa Allah katında, burnuyla pislik yuvarlayan bir böcekten daha değersiz hâle gelirler. Allah, sizden cahiliye dönemine ait tarafgirliği ve atalarınızla övünmeyi kaldırmıştır. Artık kişi ya takva sahibi bir mü’mindir ya da bedbaht bir günahkâr. İnsanların tamamı Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” (Tirmizî, Sünen)
Bu hadis-i şerif, İslam’ın, ırk, soy ve kavim temelli üstünlük iddialarını kesin bir dille reddettiğini ve mü’minler arasında sadece takvaya dayalı bir değerlendirmenin geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Milliyetçilik ise, bu ilkeyi ihlal eden ve ümmet bilincini zayıflatan bir ayrışma vesilesi hâline gelmiştir.
Toprakların bölünmesi
1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Hilâfeti’nin beklenen çöküşünün ardından, Batı Asya’da İngiltere ve Fransa’nın (ve onaylayıcı taraf olarak İmparatorluk Rusyası’nın) nüfuz ve kontrol alanlarını belirleyen gizli bir antlaşmadır.
Bu kirli antlaşmanın temelinde, Batılı devletlerin kapalı kapılar ardında bir araya gelerek, haritalar üzerinde basit çizgilerle milyonlarca Müslümanı keyfî şekilde “ülkelere” bölme girişimi yer alıyordu. İngiliz siyasetçi Winston Churchill’in bizzat kendisi, 1921 Kahire Konferansı’nda Ürdün’ün, sadece kaleminin bir hamlesiyle meydana geldiğini ifade etmiştir. Rivayete göre, bu kalem darbesi hafif eğimli olmuştur; zira Churchill, o Pazar öğleden sonra içmekte olduğu viskinin etkisiyle geğirmiş ve harita bu şekilde çizilmiştir.
Winston Churchill (30 Kasım 1874 - 24 Ocak 1965) 1940-1945 ve 1951-1955 dönemi Birleşik Krallık Başbakanı.
Bu anlatım, ne derece trajik ve ibretlik bir sürecin yaşandığını gözler önüne serer: Müslüman topraklarının sınırları, kibirli ve seküler Batılı liderlerin sarhoş zihinlerinde şekillenmiştir.
Sykes-Picot Anlaşması neticesinde:
- İngiltere: Bugünkü Ürdün, Güney Irak ve Hayfa civarında, Akdeniz’e erişimi sağlayacak küçük bir bölgeyi kontrol altına aldı.
- Fransa: Güneydoğu Anadolu, Musul çevresindeki Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan’ı aldı.
- Rusya: İstanbul, Türk Boğazları ve Osmanlı Ermeni vilayetlerini talep etti.
Bu güçler, kontrol ettikleri bölgelerde devlet sınırlarını bağımsızca belirleme yetkisine sahip kılındılar.
Bu bölme ve paylaşım sürecinin hemen ardından, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile Birleşik Krallık, Filistin topraklarında Yahudilere bir “ulusal yurt” kurulması fikrine resmen destek verdi. Bu deklarasyon, uzun vadede, 1948 yılında “İsrail” adıyla kurulan işgalci İsrail Devletinin temelini oluşturdu.
San Remo Anlaşması ve Hilâfet’in nihai dağılışı
1920 yılında imzalanan San Remo Anlaşması, Ortadoğu’daki eski Osmanlı Hilâfeti topraklarının İngiltere ve Fransa arasında resmen bölüştürülmesini sağladı. Anlaşma kapsamında, bu iki ülkeye Doğu toprakları üzerinde manda yetkisi verildi. Bu paylaşım, daha önceki Sykes-Picot Anlaşması ile neredeyse aynıydı; ancak aradaki fark, bu kez Türkiye Cumhuriyeti adlı yeni bir yapının resmen kurulmuş olmasıydı. Türkiye, o dönemde Rusya’ya ayrılmış olan bölgelerin çoğunu ve ayrıca Fransa’ya verilmesi planlanan kuzey topraklarının önemli bir kısmını fiilen kontrol altına aldı.
1923 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda resmen tanınmasını sağladı. Bu antlaşma, artık neredeyse tamamen ortadan kalkmış olan Osmanlı Devleti’nin yerine laik ve ulus-devlet temelli bir cumhuriyetin ikame edildiğini tescilledi.
Böylece, Hilâfet kurumu tamamen çöktü ve Batılı güçlerin hayal ettiği ulus-devlet yapıları, İslâm topraklarında fiili birer gerçeklik hâlini aldı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki birçok Müslüman ülke bu süreçte bölünüp sınırlarla hudutlandırıldı.
- Cezayir 1830’da,
- Tunus ise 1881’de Fransa tarafından sömürgeleştirilmişti.
- Fas, 1911’de Fransızlar ve İspanyollar tarafından müştereken işgal edildi.
- Libya, 1911 yılına kadar Osmanlı Hilâfeti'nin bir parçasıydı; ancak bu tarihte İtalya’nın saldırısıyla işgale uğradı. Direnişin simge ismi olan Şeyh Ömer Muhtar (rahimehullah) liderliğinde kahramanca bir cihad mücadelesi verilmiş olsa da, İtalyanlar nihayetinde Libya’yı işgal etti ve bu işgal II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürdü.
Hindistan alt kıtası (bugünkü Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) ise, 1857’deki Bağımsızlık Savaşı’ndan itibaren İngiltere tarafından fiilen işgal altında tutulmuş ve Batılı demokratik-anayasacı sistemler bölgeye empoze edilmişti. Ancak 1919 yılında, Hindistanlı Müslümanlar, Hilâfet’in kaldırılacağına dair haberleri aldıklarında sokaklara döküldü. Bu süreçte, tüm Hindistan genelinde “Hilâfet Hareketi” adı verilen güçlü bir direniş dalgası başladı ve bu hareket, kâfir güçlerin planlarını ciddi şekilde tehdit etti.
Ne var ki, 1924’te yeni Türkiye’de Hilâfetin resmen kaldırılmasıyla, bu hareket aniden duraksadı ve ümmetin son genel direnişlerinden biri de etkisizleştirildi.
Arap Yarımadası ve siyasi dağınıklık
İngiliz casusu T.E. Lawrence, o dönemde hazırladığı bir istihbarat raporunda, Arap İsyanını şöyle değerlendirmiştir:
“Bu isyan, bizim açımızdan faydalıdır; çünkü kısa vadeli hedeflerimizle örtüşmektedir: İslami ‘blok’un parçalanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflatılıp dağıtılması… ve [Şerif Hüseyin’in] Osmanlıların yerine kuracağı devletler bizim açımızdan zararsız olacaktır. Araplar, Türklerden bile daha az istikrarlıdır. Uygun şekilde yönlendirilirlerse, kıskanç küçük prenslikler mozaiği hâlinde kalacaklardır; yani birleşmeleri mümkün olmayan, siyaseten dağınık bir yapı içerisinde.”
Tarihin kendisi göstermektedir ki, bugünkü “Suudi Arabistan”, uyguladığı kısmi ve yüzeysel şeriat düzenine rağmen, Batı için hiçbir zaman gerçek bir tehdit oluşturmamıştır. Aksine, ülkenin yöneticileri defalarca Batı ile çıkar ittifaklarına girmiş, petrol kaynaklarını "kardeşane" bir biçimde paylaşmışlardır.
Yöneticilerin lüks içinde sürdürdükleri hayat tarzı, efsanelere konu olacak derecede meşhurdur. Dahası, İslam’a karşı yürütülen modern Haçlı Seferleri’nde Batı’ya verdikleri destek de artık herkesçe bilinen bir gerçektir.
Ne acı bir manzaradır ki, 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Müslümanların en mukaddes beldeleri olan Mekke ve Medine, fiilen kâfirlerin etkisi altındaki bir yönetim yapısına ev sahipliği yapar hâle gelmişti. Bu durum, ümmetin siyasi ve manevi dağınıklığının zirveye ulaştığı bir tabloyu temsil ediyordu.
Bu süreci, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok önceden şu hadis-i şerif ile haber vermiştir:
“İslam’ın düğümleri birer birer çözülmeye başlayacaktır. Her bir düğüm çözüldüğünde, insanlar bir sonrakine tutunacaklardır. İlk çözülecek düğüm, ‘hüküm’ (yani yönetimdir); sonuncusu ise ‘namaz’dır.” (Şuabu’l-İman; el-Mu’cemu’l-Kebîr)
Bu hadis, İslam toplumunda yaşanacak çözülmenin önce siyasi otoritenin (hilâfetin) ortadan kaldırılmasıyla başlayacağını, ardından ibadet hayatının da zaafa uğrayacağını bildiren net bir uyarıdır. Bugün bu çözülmenin birçok halkasında yaşanan kopuşlar, bu peygamberî haberin doğruluğunu gözler önüne sermektedir.
“Ulus devlet” kavramının benimsenmesinin neticeleri
Yaklaşık bir yüzyıllık bir parçalanma sürecinin ardından artık durup düşünmenin ve şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir:
“Batı menşeli milliyetçilik anlayışını benimsemek, ümmetin ortak saadeti ve birliği açısından bizlere ne kazandırdı, ya da ne kaybettirdi?”
Birleşmiş Milletler ve "Yeni Dünya Düzeni"ne esir olmak
ABD'nin 41. Başkanı olan ve İslam dünyasında sıklıkla terörist bir yapının başı olarak nitelendirilen George H.W. Bush, bir konuşmasında şunları söylemiştir:
“Kendimiz ve gelecek nesiller için yeni bir dünya düzeni inşa etmek gibi bir fırsatımız var – bir düzen ki, ormanın kanunu değil, hukukun üstünlüğü devletlerin davranışlarını belirlesin. Başarılı olduğumuzda –ki olacağız– bu yeni dünya düzeni sayesinde, inandırıcı bir Birleşmiş Milletler, kurucularının vizyonunu gerçekleştirmek üzere barışı sağlama rolünü yerine getirme imkânına sahip olacak.”
Milyonlarca Müslümanın katili olan bir oğlu bulunan bu lider, daha o yıllarda, Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin ne amaçla kurulduğunu net biçimde ortaya koymuştur. Allah’ın hükmünü esas almayan, dolayısıyla cahiliye düzenine dayanan bir “hukuk anlayışı”nın dünya geneline dayatılması; ve bu sürecin, Müslüman olmayan liderlerin öncülüğünde, “inandırıcı” bir BM aracılığıyla yürütülmesidir.
Ancak, her türlü övgü Allah’a mahsustur ki, O bize bu gibi küresel planları yüzyıllar öncesinden haber vermiştir. Mucizelerin en büyüğü olan Kur’an’da. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Kitap ehlinin çoğu, gerçeği apaçık gördükten sonra bile, kendi içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imandan döndürmek isterler.” (Bakara, 2:109)
Bu ayet, sadece bir tarihi olayın değil, sürekli tekrar eden bir zihniyetin ve ümmeti yoldan saptırma çabasının habercisidir. Kur’an’ın bu uyarısı, bugün içinde yaşadığımız sözde küresel düzenin arka planını anlamamız açısından son derece önemlidir.
Küresel planın asıl hedefi: Müslümanları hak yoldan saptırmak
Bu kâfirlerin gerçek hedefi, kendi planlarını değil, asıl efendileri olan şeytanın planlarını gerçekleştirmektir. Amaçları, Müslümanları cennet yolundan uzaklaştırmak ve bâtıl sistemlere bağlamaktır. Zira Yüce Allah şöyle buyurur:
“Onlar, sizi inkâra döndürebilmeyi arzu ederler.” (Bakara, 2:109)
Bu hakikat, uluslararası sistemin ve özellikle de “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen küresel mekanizmanın tüm işleyişinde açıkça görülmektedir. Bu düzenin baş aktörlerinden biri olan Birleşmiş Milletler (BM), bu hedeflerin taşeronluğunu üstlenmiştir.
Birleşmiş Milletler’in kuruluşu ve gerçek misyonu
Birleşmiş Milletler, II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Nisan 1945’te kurulan uluslararası bir kuruluştur. Resmî kuruluş amacı, “dünya barışını ve güvenliğini sağlamak” olarak beyan edilmiştir.
Kuruluş yapısı şu beş ana organdan oluşur:
- Genel Kurul
- Güvenlik Konseyi
- Ekonomik ve Sosyal Konsey
- Vesayet Konseyi
- Uluslararası Adalet Divanı ve Sekretarya
Ancak, bu yapı gayrimüslim devletlerin ve onların işbirlikçi yerli yöneticilerinin hâkimiyetinde faaliyet göstermektedir. Özellikle beş büyük ülke (ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya) Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisi ile her türlü kararı kendi çıkarlarına göre yönlendirmekte, dünya üzerinde istedikleri siyaseti dayatabilmektedirler.
Bugün BM, dünyanın dört bir yanında ofisleri olan ve arka planda tek dünya devleti (One World Government) hedefini taşıyan laik ve çok-tanrılı bir dünya düzeninin taşıyıcısı hâline gelmiştir.
Medya organları aracılığıyla gece gündüz pompalanan içerikler, bu düzenin küresel propagandasının bir parçasıdır.
Bu gerçeği bir kez daha teyit eden açıklamalardan biri de, eski İngiltere Başbakanı ve “eğitim elçisi” sıfatıyla BM’ye hizmet eden Gordon Brown’un şu sözleridir. Kendisi, bir basın toplantısında, “Dünyayı Kurtaracak Yeni Dünya Düzeni” başlıklı açıklamasında şöyle demiştir:
“Bence yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor ve bununla birlikte, uluslararası iş birliğinde yeni ve ilerlemeci bir dönemin temelleri atılıyor.”
Birleşmiş Milletler’in İslam inancı ve ümmet bilinci üzerindeki yıkıcı rolü
Birleşmiş Milletler’in (BM), Müslümanların inancına ve kolektif ümmet şuuruna verdiği zarar, başlı başına birkaç makale konusu olacak kadar kapsamlıdır. Ancak özetle ifade etmek gerekirse: BM, günümüzdeki “Yeni Dünya Düzeni”nin temelini oluşturan sekülerizm, demokrasi ve milliyetçilik gibi batıl dinleri yaymakla görevli uluslararası meşruiyet kaynağı rolünü üstlenmiştir.
BM’nin temsil ettiği sözde “barış” anlayışı, esasen Allah’ın hükmünün yeryüzünde uygulanmasına ve bu uğurda mücadele edilmesine (cihad) karşı açık bir tavırdır. Yani, Allah’ın egemenliği adına hareket eden birey ve topluluklar, bu düzende “suçlu” ilan edilmekte; buna karşın küresel zalimler meşrulaştırılmaktadır.
Her fırsatta “tarafsızlık” ve “adalet” söylemleriyle öne çıkan BM, Filistin meselesinde onlarca yıldır süren zulmü görmezden gelmiş; 60 yılı aşkın süredir masum Müslümanların katledilmesine sessiz kalmıştır.
- Afganistan,
- Irak,
- Suriye,
- Burma (Myanmar) gibi bölgelerde Amerika’nın ve müttefiklerinin yürüttüğü operasyonlar, BM tarafından asla açık birer uluslararası suç olarak değerlendirilmemiştir.
Özellikle Beşşar Esed’in Suriye’de sivillere karşı kimyasal silahlar kullanması, kitlesel kıyımlar ve on yıllar süren zulmü karşısında BM’nin çabaları ya yetersiz kalmış ya da bilinçli biçimde etkisizleştirilmiştir.
BM’nin bu “barışı”, gerçekte sadece
- Allah’ın hükmünü reddeden,
- Tevhide dayalı velâ ve berâ akidesini yıkan,
- Allah (azze ve celle)yolunda cihadı suç gibi gösteren,
- ve insanlığı beşerî yasaların zincirlerine mahkûm eden bir düzenin güçlendirilmesinden ibarettir.
Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“…Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanlarınızdır.” (Nisâ, 4:101)
Bu şeytanî dünya düzeninin arkasındaki akıl, eğer Hilâfet kurumu yıkılmamış ve onun yerine “ülke” ya da “ulus-devlet” adı verilen yapı ortaya çıkmamış olsaydı, Müslümanları bu düzene entegre etmekte başarılı olamayacaktı.
Modern ulus-devlet, yapısal olarak İslam karşıtı esaslara dayanmakta; bu yönüyle kâfirlerin, Müslüman toplumların başına kendi işbirlikçilerini yerleştirmelerine zemin hazırlamaktadır. Bu işbirlikçi yönetimler:
- Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi terk etmekte,
- İslam’ı sadece camilere ve ibadet alanlarına hapsederek kamusal hayattan dışlamakta,
- Ülkelerini küresel düzenin bir parçası hâline getirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Ulus-devletin, Hilâfet’in yerine ikame edilmesi, kâfirlerin Müslümanları kendi sistemlerine dâhil etmeleri için gerekli ortamı oluşturmuştur. Artık Müslüman halklar, aynı uluslararası sisteme dâhil edilmiş; BM Şartı gibi seküler ve kapitalist normlara dayanan küresel düzenin gereklerine zorla boyun eğdirilmişlerdir.
İkinci Fasıl
Bu gerçeklere rağmen Müslümanların BM ve Batı dünyasının sistemlerine meyletmeleri
Allah Teâlâ, kendi hükümlerini terk edip yerine insanların heva ve heveslerine, kişisel görüşlerine veya toplumların uydurduğu örf ve geleneklere yönelenleri şiddetle eleştirmektedir. Oysa Allah’ın hükümleri, her türlü iyiliği emretmekte ve kötülükten men etmektedir. Buna rağmen insanlar, dinî temeli olmayan, yalnızca insan aklının ürünü olan düzenlemelere yönelmektedir.
Câhiliye dönemi insanları da benzer şekilde, kendi arzularına ve zanlarına dayalı olarak oluşturdukları batıl hükümlerle yaşamışlardı. Tarihsel örneklerden biri, Moğollar ve onların hükümdarı Cengiz Han döneminde ortaya çıkmıştır. Cengiz Han, halkı için El-Yesâk adında bir kanun kitabı oluşturmuştu. Bu kitap Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’dan alınma unsurlar içermekte ancak çoğunluğu, Cengiz Han’ın kendi şahsî görüş ve arzularına dayanmaktaydı. Daha sonra bu kurallar, onun soyundan gelenler tarafından Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sallallahu aleyhi vesellem Sünneti yerine tercih edilen bir hukuk sistemi hâline getirildi. Allah’ın ve Resûlü’nün hükümlerine dönünceye kadar, bu tür sistemlerle mücadele edilmesi meşru ve gereklidir. Zira bir meselede, ister küçük ister büyük olsun, başvurulacak tek kaynak Allah’ın hükmü olmalıdır.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır;
“Ahir zamanda bir topluluk olacak ve sultanın huzuruna çıkacaklar. Bu sultanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyecekler. Ve bu kişiler, sultanlara karşı hakkı söylemeyecekler. İşte onların üzerine Allah’ın laneti olacaktır.” (Kenzü’l-‘Ummâl)
“Üzerinize öyle yöneticiler gelecek ki, onlara karşı gelirseniz sizi öldürecekler, itaat ederseniz sizi küfre sürükleyecekler.” (Deylemî)
Hevâ ya da ikbal-tebâ’yı muhafaza etmek gibi kaygılarla İslam şeriatından yüz çevirmek
Allah Teâlâ’nın şeriatını reddetmenin bir başka şekli de, kişinin gerçeği bildiği hâlde, sırf arzularına uymadığı için onu inkâr etmesi, bâtılı ise bâtıl olarak kabul etmekten bilerek kaçınmasıdır. Bu, kalpte hakikatin doğruluğunu tasdik ettiği hâlde, nefsî arzular uğruna onunla savaşmak anlamına gelir.
İsrailoğulları’nın durumu anlatılırken Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Size, hoşlanmadığınız şeyleri getiren bir peygamber geldiğinde onu yalanladınız ve bazısını öldürdünüz.” (Bakara, 2:87)
Yine başka bir ayette şöyle buyrulur:
“Onlar, ahirete karşılık dünya hayatını tercih edenlerdir. Allah’ın yolundan alıkoyar ve onda eğrilik ararlar. İşte onlar, haktan en uzak olanlardır.” (İbrahim, 14:3)
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki:
- Dünyevî makamlardan haz almak,
- İnkârı hakikat gibi göstermek,
- Hapis korkusuyla gerçeği gizlemek,
- Ahireti feda edip dünyalık çıkarları “maslahat” kisvesiyle savunmak
dünya sevgisinin açık tezahürleridir.
Ve “Allah’ın yolundan alıkoymak” da şunları kapsar:
- Allah’ın dininin yeryüzünde hâkim olmasını engellemek,
- Demokrasinin sapkın ilkelerini Allah’ın hidayetine tercih etmek,
- Her türlü gayri İslami sistemi övmek, İslam karşısında temize çıkarmak
- Şeriatın tesisi için sarf edilen gayretleri küçümsemek.
Allâme Zemahşerî (rahimehullah), Keşşâf Tefsiri'nde şöyle söyler:
“Allah’ın hükümlerini terk edip, O’ndan başkasının emirlerine uyanlar, hevalarına uyanlardır.”
Muhammed bin Sîrîn (rahimehullah) şöyle der:
“İnsanlar içinde en çabuk dinden dönenler, hevâ ehli olanlardır.”
Allâme Enver Şah Keşmirî (rahimehullah), İkfârü’l-Mülhidîn adlı eserinde şunları yazar:
“Yeni bir küfür türü: Sadece arzulara uyarak ve küstahça inkâr etmek.”
İbn Teymiyye (rahimehullah) ise es-Sârimü’l-Meslûl adlı eserinde (sh. 526) şunları ifade eder:
“Bazen inkâr ve reddediş, sadece kibir ve nefsin arzusuna uymaktan kaynaklanır. Bu kişi, Allah ve Resûlü’nden gelen tüm haberlerin doğruluğunu bilir, kalben tasdik eder; fakat o hükümlerin kendi arzularına uymamasından dolayı onlara buğz eder, memnun olmaz ve ‘Ben bunu kabul etmiyorum, bana bağlayıcı değil’ der. Gerçeği bilip de, ona kin duymak ve öfkeyle yaklaşmak… İşte bu, kalpte iman olduğu hâlde, dil ve tutumla inkâr etmenin getirdiği farklı bir küfür çeşididir. Bu konuda dini esaslara göre küfür olduğu kesin bilgiyle sabittir. Kur’an, bu tür kibirli ve inatçı inkârcıların tekfirini defalarca yapar. Hatta onların cezası, diğer kâfirlerden daha ağırdır.”
Öyleyse ister yönetici, ister ilmiyye, isterse de askeri alanda olsun, her bir Müslüman şahıs demokrasinin ve diğer çağdaş sapmaların hakikatleri ile ilgili bilgilere gerektiği ölçüde sahipse, ve şeriatın tesisi için gerekli yolun ne olduğunu biliyorsa; o hâlde imanının gereği olarak, hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak kabul etmeli ve gücünün yettiği ölçüde bu hakikati açıkça dile getirmelidir.
Demokrasi, Şeriat’ın ikamesinde bir geçiş aparatı olarak kullanılabilir mi? İhlâs ve sünnete uygunluk meselesi
Demokrasi, Şeriatın ikamesi yolunda bir geçiş aparatı olarak kullanılamaz. Bu, Allah'ın (azze ve celle) kitabı ve Resul'un sallallahu aleyhi vesellem sünnetine muhalif bir yoldur. Coğrafyamız bu girişimlerin sebep olduğu yıkımların biriktirdiği kötü tecrübelerle dolu bir hangara dönmüşken, akılsızların bu yol üzerinde direnmeleri en hafifinden aptallıktır.
Bazıları şöyle iddia etmektedir:
“Demokratik sistem içerisinde İslam’ı hâkim kılmaya çalışanlar samimidir; o hâlde bu uğurda gösterdikleri çabanın bir sevabı olmaz mı?”
Bu düşünce, nefsin bir aldatmacası ve şeytanın kötü ameli güzel gösterme taktiğidir. Eğer, sadece iyi niyet ve samimiyetle yapılan her amel Allah katında geçerli olsaydı, o zaman müşriklerin putlara yaptıkları ibadet, niyetleri samimi olduğu hâlde neden kendilerinden reddolunmuştur?
Nitekim Kur’ân’da müşriklerin şu sözleri aktarılır:
“...Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.” (Yunus, 10:18)
“Biz onlara sadece bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer, 39:3)
Yani onlar da, Allah’a (azze ve celle) yakınlaşmak niyetiyle putlara ibadet etmişlerdir. Ancak Allah Teâlâ bu amellerini kabul etmemiştir.
Bir amelin “salih amel” sayılabilmesi için iki temel şartı taşımalıdır:
- Niyet sadece Allah’ın rızası için olmalıdır (ihlâs);
- Amel, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti’ne ve sahabenin yoluna uygun olmalıdır.
Bu konuda Fudayl bin Iyâz (rahimehullah) şöyle demektedir:
“İyi amel, ihlâslı ve doğru olandır.”
İnsanlar ona sordular:
“Ey Ebû Ali! Hem ihlâslı hem doğru amel ne demektir?”
Şöyle cevap verdi:
“Amel ihlâslı olur ama doğru olmazsa kabul edilmez; doğru olur ama ihlâslı olmazsa yine kabul edilmez. İhlâslı amel, sadece Allah için yapılan; doğru amel, Resûlullah’ın sallallahu aleyhi vesellem Sünneti’ne uygun olandır.”
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:
“Kim bizim emrimize (sünnetimize) uygun olmayan bir amel yaparsa, o amel reddedilmiştir.” (Müslim)
Allah Teâlâ da Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
“Yaptıkları her amele yöneliriz ve onları savrulmuş toz parçacıkları hâline getiririz.” (Furkân, 25:23)
İbn Kesîr (rahimehullah) bu ayeti tefsir ederken şöyle der:
“İhlâsla yapılmayan ve şeriata uygun olmayan her amel bâtıldır, reddedilir.”
Yine başka bir ayette Allah şöyle buyurur:
“O gün bazı yüzler, zillet içindedir; çok çalışmış, çok yorulmuştur; ama sonunda kızgın bir ateşe girerler.” (Ğâşiye, 88:2–5)
Bu ayet, dünyada bazı kimselerin gece gündüz uğraştıkları amelleri, Allah katında kabul edileceğini zannetmelerine rağmen, o amellerin sünnete uygun olmaması sebebiyle boşa gideceğini ifade etmektedir.
Kehf Sûresi'nde Yüce Allah (azze ve celle) şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Size amelleri en çok boşa gidenleri haber vereyim mi? Onlar ki, dünya hayatında çok çaba harcamışlardır; ama güzel işler yaptıklarını zannetmişlerdir.” (Kehf, 18:103–104)
Benzer bir durum Nisâ Sûresi'nde de şöyle anlatılır:
“Kendi elleriyle işledikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde sana gelir, ‘Vallahi biz sadece iyilik ve uzlaştırma niyetiyle hareket etmiştik’ diye yemin ederler.” (Nisâ, 4:62)
İmam Şevkânî (rahimehullah) bu ayeti şöyle açıklar (Fethu’l-Kadîr):
“Münafıklar şöyle derlerdi: ‘Biz kararlarımızı Peygamber dışında bir merciye götürürken kötü niyetli değildik; amacımız tarafları uzlaştırmak, seninle karşı karşıya gelmek değildi.’”
Bu metin, amelin geçerliliği konusunda niyetin yeterli olmadığını, amelin hem ihlâsla hem de sünnete uygunlukla değer kazandığını açıkça ortaya koyar. Bu bağlamda, demokrasi gibi İslam dışı sistemlerle İslam’ın hâkimiyetini kurmaya çalışmanın ne kadar tehlikeli ve akîde açısından sakıncalı olduğu, zikrettiğimiz delillerde güçlü biçimde vurgulanmaktadır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kim, doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakır, cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ, 4:115)
İbn Kesîr (rahimehullah) bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“Yani, kim ki Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği şeriatın dışındaki bir yolda yürürse, ona muhalefet etmiş olur.”
Öyleyse İslamî bir hedef, İslam dışı yollarla nasıl elde edilebilir? Kişi, Resûlullah’ın sallallahu aleyhi vesellem yolundan başka bir yolu tercih ettiğinde, zaten onunla açıkça karşı safa geçmiş olur. Resûl’e muhalefet eden birine ise, dünya ve ahirette kim yardım edebilir?
Bu gerçeği görmek isteyen için ibret dolu kıssalar, Mağrib’den Filipinler’e kadar uzanır. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ashabının (radiyallahu anhum) yolundan saparak başka yöntemlerle İslami devrim yapmaya çalışanların hâlleri ortadadır. Cezayir’den, Tunus’dan, Libya’dan, Sudan’dan sonra, bugün Mısır’ın acı tecrübesi gözler önündedir.
Bugün bazı ülkelerde, İslam adına otorite elde eden bazı yapılar olsa da, bu güç hâlâ demokratik parlamentolara, ya da maskelerin ardında saklanan oligarklara bağlıdır. Daha önce şeriat için kapı kapı dolaşanlar, bugün devrim yaptıklarını iddia etseler bile, yine Muhammed’in sallallahu aleyhi vesellem şeriatının uygulanabilmesi için parlamentonun ya da derin oligarkların iznini beklemektedirler.
İbn Cerîr et-Taberî (rahimehullah) şöyle der:
“Hak ehlinin yolundan başka bir yolda yürümek, onların yönteminden başka bir metodoloji benimsemek, Allah’a ve Resûlü’ne karşı küfürdür. Bu, mü’minlerin yolu değildir.” (Câmi‘u’l-Beyân fî Te’vîl’il-Kur’ân)
Sahabenin (radıyallahu anhum) yoluna ters olan demokrasi, tek başına bu gerçeği ispatlamaya yeterlidir. Zira bu seçkin topluluk, Allah’ın kelimesini yüceltmek için “fî sebîlillâh kıtal” metodunu benimsemiştir. Demokratik düzenler ise Allah yolunda yapılan bu kıtali “haram” ilan etmektedir.
İbn Kesîr rahimehullah şöyle der:
“Kişi Allah’ın şeriatından başka bir yola yönelirse, Allah onu o yolda bırakır. Kalbinde bu yol güzelleştirilir, süslenir ve daha fazla çekici kılınır. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: 'Artık beni ve bu Kur’an’ı yalanlayanları kendi hâline bırak; onları bilemeyecekleri yönden adım adım helake sürükleyeceğiz.' (el-Kalem, 68:44) 'Ne zaman onlar haktan yüz çevirdilerse, Allah da onların kalplerini çevirdi.' (es-Saf, 61:5)
Tefsîr-i Mazharî’nin sahibi ise şöyle söyler:
“Kişi hangi sapkınlığı benimsediyse, Allah onu o sapıklıkla baş başa bırakır; o kişi sapıklıkla dost olur.”
Hilâfet’in tesisi ve onun yöntemlerinin sünnete mutabık bir şekilde tatbik edilmesi yerine, BM ve avanelerinin ihraç ettiği demokrasi gibi sistemleri benimseyenler, yukarıdaki ayetlerde bildirilen ilahi tehditlerin muhatabı konumundadırlar. Şeytan, içinde bulundukları bu yolları onlara öylesine süsleyip cazip göstermiştir ki, artık bu sistemin içerisinden sıyrılıp onu terk etmeyi düşünemez hâle gelmişlerdir. Bu psikoloji onları evvelde Müslümanları küçümsemeye itmiştir. Demokrasinin aldatmacasına kapılarak sahte balonlarla yükselen bu kişiler, ellerindeki kısıtlı imkanlarla Allah (azze ve celle) yolunda çalışan Müslümanları ve onların alimlerini küçümserler. Bu durum zamanla aşağılamaya kadar gider. Aslında kendileri de bu Müslümanların içlerinden gelmiş olmalarına rağmen, demokratik düzenlere sundukları itaat sayesinde batı dünyasından aldıkları güç ve eman gözlerini büyüler. Öncelikli hedefin bu güç ve emana erişmek olduğu konusunda kendi kendilerini ikna ederler.
Bu açıklamalar, günümüzde demokratik düzenler aracılığıyla din adına yürütülen faaliyetlerin, eğer İslami ölçülere ve ahlaka riayet edilmeden yapılıyorsa, bizzat İslam’a zarar verdiğini ortaya koymaktadır. Samimiyet, niyet ve ihlâs, şeriatın doğru usûl ve esaslarına bağlı kalmadan meşru sayılabilecek şeyler değildir. Bu ister yıllar boyunca Allah yolunda cihat ile meşgul olduktan sonra elde edilen fethin akabinde kurulacak yeni bir hükümet için olsun, isterse de siyasal islam adı altında nüvelenmiş grupların tercih opsiyonları üzerinden olsun… ABD, BM, AB gibi oluşumların güç, entegrasyon ve emniyet vaatleri nice orduları, nice ülkeleri, nice cemaatleri tarih sahnesinden kazıyıp atmışken, bu kölemenlerin vaatlerini Allah’ın (azze ve celle) vaadinin önüne geçirmek akılsızlık illeti ile de açıklanamayacak bir aymazlıktır.
Rabbim (azze ve celle) sizi koruyup muhafaza etsin.
Davamızın sonu yüceler yücesi olan Allah’a (azze ve celle) hamd etmektir.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.