Ulus devletler, modern ülkeler ve İslam
Yüce Allah, Aziz Kur'an'da şöyle buyurur:
"Mutlak hükümranlık elinde olan ne yücedir! O, her şeye kadirdir." [Mülk, 67:1]
Şüphesiz ki gökleri ve yeri yaratan, gökler ile yer ve aralarındaki her şeyi var eden Allah mübarektir. O, yarattığı mahlukatın işlerini düzenler ve yarattığı her bir varlığa rızık verir. Hükümranlık O'nundur, bu evrenin tamamına yayılan bir egemenliktir ve hüküm ve yönetiminde hiçbir kimseyi ortak etmez.
Bu nedenle, yalnızca Allah'ın kanunlarının bu dünyanın tamamına uygulanması ve insan yaşamının tüm sistemlerinin Allah'ın indirdiği kanunlara, yani Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem'e ve onun takipçilerine indirilen nihai Şeriat'a – Kur'an ve Sünnet'e – tabi kılınması hak olan yolun ta kendisidir.
Ancak, bugünkü işlere bir göz atıldığında ve vahyin talepleri ile gerçekte olanlar arasındaki büyük uçurum görüldüğünde, insan tamamen şaşkına döner. Allah'ın kanunu, insan yaşamının neredeyse tüm alanlarında fiilen yok durumdadır. İnsanlar, İlahi vahiy yerine kendi arzularını tercih etmişlerdir. İnsan yaşamının tüm sosyo-ekonomik-politik sistemleri bozulmuş insan yapımı felsefeler üzerine inşa edilmiş ve tüm bu karmaşa dünya halklarına zorla dayatılmıştır. Demokrasi, sekülerizm ve milliyetçiliğin sahte ilkelerine dayanan "yeni dünya düzeni", gezegenin neredeyse tüm nüfusunun kalplerine ve zihinlerine sızmıştır.
Bu sekülerleşmiş sistemin Müslüman ümmete dayattığı kötülüklerden biri de "ülkeler" veya "ulus devletler" kavramıdır. Bu kavram, sanki dünya halkları için tek toplumsal organizasyon biçimini temsil ediyormuş gibi kitlelere empoze edilmiştir. Yeni dünya düzeninin toplumsallıkla ilgili temel yapısı son derece rahatsız edicidir, her biri ayrı "anayasalarla" yönetilen bir "ülkeler" karması ve bunların tümünün bir araya gelip dünya nüfusunun tamamını düzenleyen bir "Birleşmiş Milletler" çatısı altında birleşmesi!
Bu "dünya düzeni"nin temelinde yatan felsefeyi ve işleyişinin dayandığı esasları anlamak çok mühimdir. Kitleleri aldatmak için sistemin kurucuları tarafından yerleştirilen kötülüğü kökünden söküp atmak gereklidir.
Bu yeni dünya düzeninin temel bileşenlerinden biri, günümüzde neredeyse tüm gezegeni kuşatan ve yaygınlaşan "ülke" ve "ulus devlet" kavramıdır. İnsanlar arasına sınırlar çizen, insan yapımı sınırlar ve tüm nüfusa zorla dayatılan insan yapımı anayasal kanunlar, bu "ülke" sisteminin temel unsurlarını oluşturmaktadır.
1924 yılında Hilafet'in yıkılmasının ardından, düşmanlarımızın bu "ülke" ve "ulus devlet" kavramları acımasız bir şekilde Müslümanlara dayatılmış ve o zamandan beri, nesiller boyu Müslümanlar bu "ülke" odaklı dünyada doğup büyümüştür. İman esasına dayalı İlahi şekilde belirlenmiş Müslüman kardeşliği tamamen yok edilmiştir. İnsanlar, Allah rızası için değil, "ulus devlet" veya "ülke" denilen yeni bir puta bağlılık ve düşmanlık göstermeye başlamışlardır.
Örneğin, Amerika'nın Afganistan'ı işgali, Afganların "iç meselesi" olarak adlandırılmakta ve bunun Pakistan veya Özbekistan halkını ilgilendirmediği söylenmektedir. Ya da Filistin meselesi, "Suudiler" veya "Mısırlılar" ile hiçbir ilgisi olmayan bir milli sorun olarak görülmektedir. Bu, Peygamber Efendimiz' sallallahu aleyhi vesellem'in ümmete bıraktığı anlayıştan ne kadar da uzaktır:
"Müminlerin, birbirlerine olan sevgisi ve merhameti bir beden gibidir; bedenin bir kısmı acı çekerse, bedenin tamamı uykusuzluk ve ateşle bundan etkilenir." [Buhari]
Bu makalede, inşallah, bu "ülke" kavramının kurucu felsefesini ve tarihini, onun İslam'ın toprak anlayışı yani "Dâr" kavramı ile olan farklarını ve bu kavramın Müslüman kitlelerin hem imanlarına hem de cemaatlerine yönelik gerçekleştirdiği büyük yıkımı öğrenmeye çalışacağız.
"Ülke" kavramının tarihi ve altında yatan felsefe
Günümüz manası ile "ülkeler" kavramı çok eski bir kavram değildir ve kökleri Avrupa'da din ve monarşilere karşı gerçekleşen devrimlere dayanır. Avrupa, Kilise'nin zulümleri ve Hristiyanlığın entelektüel temellerde yozlaşmış olduğunu ilan eden bir "akılcılık" dalgasının etkisiyle Hristiyanlığa karşı isyan etti. Teslis inancı ve daha sonra Tanrı ve Ahiret kavramları, sonraki filozoflar tarafından sorgulandı ve sonunda bu filozoflar, "akıl" veya "mantık"ın doğru ve yanlışı yargılamak için nihai ölçüt olduğu şeklindeki yanlış bir varsayıma dayanarak tüm dinleri akılsızca reddettiler. Rene Descartes'ın modern kültürde oldukça ünlü olan "Düşünüyorum, öyleyse varım" ifadesi, bu anlayışın bir örneğidir.
Bu "rasyonel" düşüncenin bir sonucu olarak, Avrupa (ve dolayısıyla Amerika vb.), İlahi vahyi yaşamın tüm toplumsal alanlarından dışlayan bir sistem inşa etti. Bunun birçok yıkıcı sonucu oldu – ki çoğu bugün dünyada görülebilir – bunların en azından biri, "milli" egemenlik gibi amaçlar uğruna milyonlarca insanın ölümüne sebep olan iki dünya savaşıydı.
Bu vakıa eğitim alanında da aynı minval üzere devam etti. Ekonomi, siyaset bilimi, tarih, coğrafya gibi alanlar İlahi rehberlikten yoksun bir şekilde öğretilmiştir. İnsanlık için tüm sosyo-politik sistemlerin temeli bu yoksunluk üzerine bina edilmiştir.
Bunlardan biri de, insanlık arasında dostluk ve düşmanlık temellerinin "ulus devlet" esasına göre atılmasıydı. Haritalar, hükümetler tarafından işgal edilen topraklar üzerinde çizildi ve her ülke farklı bir yasaya sahip oldu.
Şeyh Dr. Sefer el-Havâli şöyle der:
"Fransız Devrimi, son derece önemli sonuçlarla neticelendi. Gerçekten de Hristiyan Avrupa tarihinde ilk defa dini olmayan bir cumhuriyet devleti ortaya çıktı. Bu devletin felsefesi, Allah'ın adıyla yönetmek yerine halkın adıyla yönetmek, Katoliklik yerine inanç özgürlüğü, dini kurallarla sınırlanmak yerine bireycilik ve kilisenin kararları yerine insan yapımı yönetim esasına dayanıyordu."
Avrupalılar Yüce Allah'a karşı isyan ettiler ve hak din olan İslam'ı kabul etmeyi reddettiler. "Dış politika" adı altında tamamen bozulmuş insan arzularına dayanan dostluklar ve düşmanlıklar oluşturuldu. İslam, bir kişiye sadece Allah rızası için dostluk ve düşmanlık göstermeyi öğretir çünkü gerçek Hâkimiyet, insanlığa gerçek nimetleri veren ve tüm zarar ve fayda gücünün elinde bulunduğu Allah'a aittir. Ancak milliyetçi filozoflar, Allah'ın Hâkimiyetini reddettiler, O'nun son Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in peygamberliğine inanmayı kabul etmediler ve tüm bu "izm"lerin içinde cehaletleriyle dönüp durdular.
"Ülke" kavramının temel felsefesi, belirli bir bölge veya toprakta doğmuş olma esasına dayalı olarak birbirleriyle ittifak eden bireyler topluluğu olmasıdır. Toprak temelli milliyetçilik, harita çizgilerinin çizilmesine temel teşkil eden ve Allah'a olan iman için dostluk ve düşmanlık kavramının özünü parçalayan bir anlayıştır. Daha spesifik olarak, bu, belirli bir toprakta yaşayan insanların doğdukları yere duydukları "bağlılık" veya sadakattir.
Milliyetçilik genellikle etnikçiliği içerir ve farklı ailelerden ve kabilelerden insanları bir ulusta toplar. Daha sonra, "devlet" ve "millet" kelimeleri genellikle birbirinin yerine kullanılır. Teknik olarak, bir "devlet" siyasi ve coğrafi bir varlıkken, millet kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. "Ulus-devlet" terimi, bu iki varlığın coğrafi olarak örtüştüğünü ifade eder. Bu, tamamen batı dünyasının bozulmuş ateist felsefesinden kaynaklanmaktadır. Böylece "ülke", kafirler tarafından hayal edilmiş bir alan olup, bu alanın insanlarının bir "egemenlik" altında toplanması gerektiği varsayılır ki bu egemenlik elbette Allah'ın egemenliği değildir (Allah'a sığınırız). Bunun popüler bir örneği, Pakistan'daki Peştunlar, Pencaplılar ve Beluçların din gözetilmeksizin "Pakistan" olarak bilinen tek bir "ülke" çatısı altında toplanmasıdır.
Doğru İslami konsept
İslam bize "ülke" yerine "Dâr" kavramını sunar. İslam'ın toprak anlayışı, Batı'nın ateist kavramından çok farklıdır. İslam, yeryüzünü Allah'ın mülkü olarak doğru bir şekilde tanır ve egemenliğin, ortağı olmayan yalnızca Allah'a ait olduğunu tam olarak ilan eder.
Avrupalılar, İslam'ın hak dinine (Allah'a teslimiyete) karşı isyan ettiler ve bu nedenle Allah'tan başka birine boyun eğmek zorunda kaldılar. Örneğin Kral, Kraliçe ve şimdi de "devlet" denilen yeni bir puta... Bütün bunlar hakikate aykırıdır. Bu krallar, kraliçeler, başkanlar da diğer insanlar gibi sadece birer insandır, ancak bu batı toplumu onları "egemenlik", "yücelik" ve benzeri unvanlara layık görürler. Lakin şüphesiz ki mutlak egemen olan yalnızca Allah'tır.
"Ve O, hüküm ve yönetimine kimseyi ortak etmez." [Kehf, 18:26]
Batı'nın kavramı, "insanın kendisini, kendine tanrı yapmak" şeklindeki Masonik felsefeyle tutarlıdır (Allah'a sığınırız). İnsan, Allah'ın egemenliğini ve Allah'ın kulu (ve başkasının değil) olma doğasını kabul etmediğinde, kaçınılmaz olarak Allah'tan başka rabler edinir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"İnsanlardan kimi, Allah'tan başkasını Allah'a ortak koşarlar. Allah'ı sever gibi onları severler. Müminlerin Allah'a olan sevgisi ise daha güçlüdür. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman (anlayacakları gibi) keşke bilselerdi ki bütün kuvvet Allah'a aittir ve Allah azabı çok şiddetli olandır." [Bakara, 2:165]
Allah, şehit Seyyid Kutub'a rahmet etsin. O şöyle demiştir:
"Şüphesiz ki insanlar, yeryüzündeki tüm sistemlerde, birbirlerini Allah'tan başka rabler edinmektedirler. Bu durum, en gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi, en yozlaşmış diktatörlüklerde de görülmektedir. Şüphesiz ki Rububiyet'in (Rablik) temel vasfı, insanları ibadet ettirme hakkıdır. Sistemler, düşünce okulları, şeriatlar, yasalar, değerler ve standartlar kurma hakkıdır. Fakat yeryüzündeki tüm sistemlerde bu hak, bazı insanlar tarafından - bazı yönlerden - talep edilmektedir. Ayrıca her durumla ilgili kararlar, insanlar arasındaki bir gruba havale edilmektedir. Bu grup, diğer insanları kendi yasalarına, standartlarına, değerlerine ve anlayışlarına boyun eğdiren, Allah'tan başka rabler edinilen, Rablik ve İlahlık (ibadeti gerektiren rablik) iddiasında bulunan kişilerdir. Bunun sonucunda, insanlar (bu kişilere) secde ve rükû etmiyor olsalar bile, onlara ibadet etmektedirler, çünkü ibadet sadece Allah'a mahsustur."
İslam, Allah'tan gelen hak dindir ve İslam, yaşamın tüm meselelerinde mutlak egemenlik hakkını Yüce Allah'a verir. Bunun nedeni, Allah'tan başka ilah olmamasıdır. Bu, İslam'ın temelidir. İslam, yasamayı, itaate dayalı bir ibadet şekli olarak tanır. Bu nedenle, Müslümanların hem bireysel hem de toplumsal yaşamlarında Allah'ın kanunlarına teslim olmaları gerekmektedir. Ve İslam, Yüce Allah'tan gelen hakikat olduğundan, Müslümanların dünya çapında "ülkeler" ve "ulus devletler" şeklindeki bu dünya algısını terk etmeleri ve yaklaşık 1300 yıl boyunca var olan İslam'ın "Dâr" anlayışını benimsemeleri önemlidir.
İslam'daki "Dâr" anlayışı
"Dâr" teriminin genel tanımı, açık alanları ve binaları birleştiren bir yer olmasıdır. Bu terim, herhangi bir arazi parçasına da uygulanabilir.
Bu bağlamda, bir Dâr'ın bir şehir, bölge, ülke veya hatta bir köy olabileceğini söyleyebiliriz. Önemli olan, ister İlahi yasalara göre ister insan yapımı yasalara göre hükmetsinler, bu arazinin herhangi bir kısmında yaşayan ve tüm işlerini yönetme yetkisine sahip bir grup insanın bulunmasıdır.
Böylece Dâr, herhangi bir kısmında yaşayan ve tüm işlerini yöneten bir grup insan tarafından yönetilen bir topraktır. Fukaha'nın bu konuda yazdıklarından yola çıkacak olursak, İslam'daki "Dâr" genel olarak iki türdedir:
1-Dâru'l İslam (İslam Diyarı)
İmam Şafii rahimehullah şöyle demiştir:
"İslam hükümlerinin açıkça uygulandığı her toprak Dâru'l İslamdır."
Fukahadan bazıları da Dâru'l İslam'ın özellikleri ile ilgili şöyle demiştir:
"Küfrün herhangi bir hükmünün mevcut olmadığı bir yer olmalıdır. Örneğin, bir peygamberin inkârı, Allah'ın kitaplarından herhangi birinin reddedilmesi, dinin herhangi bir yönüyle alay edilmesi veya ateizm gibi şeyler bulunmamalıdır."
Fıkıh kitaplarında şu tanım da mevcuttur:
"Müslümanların yaşadığı, hatta başkalarının da onların yanında yaşadığı her yer ya da Müslümanların yönetiminin üstün olduğu herhangi bir toprak."
Dolayısıyla, İslam toprakları, Müslümanların yönetimi altında olan tüm bölgelerdir. Bu toprakların sakinleri, sınırları içinde yaşayanlardır, Müslümanlar ve zimmilerdir (Müslüman yönetimin koruması altında yaşayan gayrimüslimler). İslam toprakları, liderliğin İslami yasaları uyguladığı yerlerdir.
2-Dâru'l Küfr (Küfür Diyarı)
"Bu, kafirlerin yasalarının üstün olduğu ve Müslümanlarla savaş halinde olmayan her topraktır. Bu tür bir toprak, Müslümanlarla bir anlaşması olan Dâru'l Harb (savaş diyarı) ile aynı hükme sahiptir. Dolayısıyla, her Dâru'l Harb bir Dâru'l Küfür olarak sınıflandırılır, ancak her Dâru'l Küfür, Dâru'l Harb değildir."
Dâru'l Harb, kafirlerin Müslümanlarla savaş halinde olduğu bir topraktır ve bu, bir tür Dâru'l Küfür'dür. Her Dâru'l Harb, Dâru'l Küfür'dür, ancak her Dâru'l Küfür, Dâru'l Harb değildir. Bu nedenle, âlimler şu sonuca varmışlardır: Bazı diğer Dâr türleri de mevcuttur, ancak bunlar yukarıda açıklanan birincil sınıflamaya tabidir. İmam Serahsî rahimehullah'ın Mebsut isimli eserinin 12. cildinin 258. sayfasındaki şu sözü tartışmamızı özetlemektedir:
"İmam Ebu Yusuf rahimehullah ve İmam Muhammed'den rahimehullah rivayet edilmiştir ki, eğer bir bölgede liderler açıkça şirk (Allah'a ortak koşma) hükümlerini uygularlarsa, o bölge Dâru'l İslam olmaktan çıkar ve Dâru'l Harb olur. Dolayısıyla, bir bölge, o bölgede gücü ve otoriteyi elinde bulunduran kimseye (Müslümanlara ya da kafirlere) bağlı olacaktır. Şirk hükümlerinin uygulandığı her yerde, o topraklarda müşrikler güç ve otorite sahibidir. Bu nedenle, o toprak Dâru'l Harb olur. Öte yandan, İslam'ın hükmünün açıkça görüldüğü ve belirleyici olduğu her yerde, Müslümanlar o toprakta otorite sahibidir (ve orası Dâru'l İslam'dır)."
Bir bölgenin Dâru'l Küfür veya Dâru'l İslam olarak sınıflandırılmasının temelinin, o bölgedeki yaşayan şahıslar bireysel olarak iman ettikleri dinleri değil, bölgede uygulanan sosyo-ekonomik ve politik yasalar olduğu unutulmamalıdır.
Örneğin, bir bölge, halkının çoğu Müslüman olsa bile, eğer o bölgedeki yasalar kafirlere aitse, Dâru'l Küfür sayılacaktır. Aynı şekilde, bir bölge, halkının çoğu kafir olsa bile, eğer o bölgedeki uygulanan yasalar İslam'a aitse, Dâru'l İslam olarak kabul edilir.
Dâru'l İslam ve modern İslam ülkeleri arasındaki temel farklar
Ulus devletin yükselişiyle birlikte, halifelik topraklarının ulus devletlere dönüştürülmesinin ardından bu toprakları tanımlamak için "Müslüman ülke" terimi icat edildi ve yaygınlaştırıldı. Bu devletlerde baskın olan yasa, Batılılar tarafından tasarlanan anayasalardı. Soğuk Savaş döneminde, ülkelerin çoğu ya komünizmi ya da kapitalizmi benimsedi. Demokrasi, diktatörlükler ve askeri rejimler, seküler düzenin tüm bu tezahürleri, sözde "Müslüman" ülkelerde baskın hale geldi. Irak'tan Ürdün'e, Kuveyt'ten Suudi Arabistan'a ve Hindistan'a kadar, Müslümanların tüm sosyo-ekonomik platformu, Batılıların hayal ürünü felsefelerinin korkunç bir gerçeğe dönüşmesiyle tamamen değiştirildi.
Hindistan Hilafet Hareketi liderlerinden biri olan ve hilafet kurumunu kurtarmak için son ana kadar mücadele eden Mevlana Muhammed Ali Johar, hilafetin kaldırılmasının ardından yaptığı bir konuşmada şöyle söylemiştir ;
"Hilafetin 'kaldırılmasının' Hindistan'daki Müslümanların zihinlerinde tam olarak ne gibi etkiler bırakacağını öngörmek zor. Ancak, İslam ve medeniyet için bir felaket olacağını kesin bir şekilde söyleyebilirim. Müslüman dünyasında İslam birliğinin sembolü olarak kabul edilen bu kadim kurumun bastırılması, İslam'ın parçalanmasına neden olacaktır. Bu idealin ortadan kaldırılmasının, gelişmemiş ve yarı medeni halkları devrim ve düzensizlik saflarına sürüklemesinden korkuyorum." [Times, 4 Mart 1924]
Dâru'l İslam ile modern, sözde "Müslüman ülke" arasında büyük bir uçurum vardır. İkisi arasında bir uzlaşı da mümkün değildir, çünkü daha önce belirtildiği gibi her ikisi tamamen farklı temeller üzerine bina edilmiştir. Aşağıda, bu iki kavram arasındaki bazı temel farklara göz atacağız:
1-Anayasal hukuk ve Kur'ani hukuk
Daha önce belirtildiği gibi, Avrupa, rasyonalist ve seküler ideallerden doğan belirli bir insan yaşamı görüşüne sahipti. Bu görüş, kendilerinin kolektif düşüncelerine de yansımıştır. Hristiyan doktrinini reddetmeleri, "aydınlanmış" insanlar tarafından yazılan bir "üstün anayasa" fikrinin doğmasına yol açtı. Bu anayasa, "ülkelerinin" tüm sosyo-ekonomik ve politik alanlarında hüküm sürecek bir yasa olarak kabul edildi.
Anayasa, ülkenin liderleri tarafından yazılır ve ülkenin tüm yasal, yargısal, ekonomik ve askeri mekanizmaları anayasa tarafından düzenlenir. Anayasal bir ülkede hiçbir "vatandaşın" anayasaya karşı isyan etme hakkı yoktur.
Örneğin, genel olarak bir ülkenin tüm mahkemeleri anayasanın hükümlerine bağlıdır. Tüm bankacılık kurumları anayasaya bağlıdır. Tüm yasama kurumları (parlamentolar, senatolar vb.) anayasa ile mahduttur. Örneğin, sekülerizmin ve demokrasinin savunucusu olan Amerika Birleşik Devletleri anayasasının 6. maddesi şunları içerir:
"Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ve onun doğrultusunda yapılacak yasalar ile Amerika Birleşik Devletleri otoritesi altında yapılmış veya yapılacak tüm antlaşmalar, ülkenin en üstün kanunu olacaktır ve her eyaletteki yargıçlar, eyalet anayasasında veya yasalarında aksi bir hüküm bulunmasına bakılmaksızın bu kanunlara bağlı olacaktır."
Kısacası, seküler devlet için anayasa, Hristiyanlığın hüküm sürdüğü yüzyıllarda İncil'in taşıdığı role sahiptir. Anayasa, bir ülkenin en kutsal kitabıdır. Günümüzün "kutsal" kitabı olarak görülmekte ve herkes tarafından itaat edilmesi gerekmektedir. Bu, insanın tanrılığa (sahte) yükselişinin en zahir ifadesidir. Anayasaya inanmayan ya da ona karşı faaliyet yürüten bir kişi, ölüm cezasına çarptırılabilir. Bu durum, "Müslüman" ya da "gayrimüslim" olsun, tüm ülkeler için geçerlidir. Örneğin, çokça övülen bir "Müslüman" ülke olan Pakistan'ın anayasası, 6. maddenin 1. fıkrasında şu ifadeyi içerir:
"Herhangi bir kişi, anayasayı ihlal eden, ihlal etmeye teşebbüs eden, ya da anayasa aleyhine komplo kuran, anayasaya zarar veren, zarar vermeye teşebbüs eden ya da anayasa aleyhine komplo kuran biri, ağır vatana ihanet suçundan sorumlu tutulur."
Ve "ağır vatana ihanet" suçunun bilinen cezası ölümdür. Diğer bir deyişle, anayasa kendisi için rablik iddiasında bulunur ve üstünlüğüne inanmayan herkesi ölüm cezası ile mahkûm eder.
İslam toplumunda ise, Yüce Kanun, İlahi kaynaklardan alınan Şeriat Kanunudur: Allah'ın Kitabı ve Resulü sallallahu aleyhi vesellem'in Sünneti. Ardından, Sahabe'nin hayatları ve İslam hukukçularının fıkıh anlayışları, İslam'ın tüm sosyo-ekonomik-politik hükümlerinin temelini detaylı bir şekilde açıklar ve belirler. Her mahkeme İlahi Şeriat'a başvurmak zorundadır. Şeriat yalnızca bir hukuk kaynağı değil, TEK hukuk kaynağıdır.
Merhum Asyalı âlim Mevlana Yusuf Ludhyanvi rahimehullah şöyle yazmıştır:
"Hilafet sisteminde, lider için en üstün yasa Kur'an ve Sünnet'tir. Ve eğer Müslümanlar liderleriyle bir ihtilafa düşerse, mesele Allah'a ve Resulü'ne sallallahu aleyhi vesellem götürülür; karar, Kitap ve Sünnet ışığında alınır ve hem lider hem de halk bu kararı kabul etmekle yükümlüdür.
Öte yandan, demokrasinin hükmü şudur: Ülkenin 'anayasası' en kutsal belgedir ve tüm ihtilaflı meseleler 'anayasaya' götürülür; hatta mahkemeler bile anayasaya aykırı bir karar veremez. Ancak (gerçek şu ki), ülkenin anayasası, tüm kutsallığına rağmen, halk tarafından seçilen temsilcilerin ellerinde bir oyuncaktır. Anayasayı, gerekli çoğunluk sağlandığı takdirde, istedikleri gibi değiştirebilir veya yürürlükten kaldırabilirler. Hiç kimse onları durduramaz. Ve ülkenin vatandaşları için istedikleri yasayı çıkarabilirler. Hiç kimse onlara hesap soramaz." [Sorunlarınız ve Çözümleri: Cilt 8, Sayfa 176]
İslami bir sistemde, her sosyo-ekonomik kurum İlahi kaynağa başvurmalıdır. Hatta yönetici -Halife- bile kendi egemenliğini ilan edip halkına kendi yasasını dayatamaz. Aksine, tüm egemenlik yalnızca Allah'a aittir ve Hilafet, insanlığın Allah'ın Kanununa topluca teslim olmasının bir yansımasıdır: İnsanlığın, Âdem aleyhisselam zamanından itibaren kendisini düzenlemek üzere emrolunduğu saf sistem işte budur.
"Rabbin meleklere şöyle demişti: 'Muhakkak ki ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım.'…" [Bakara, 2:30]
18. yüzyılın büyük âlimi Şah Veliyullah Dehlevi rahimehullah şöyle yazmıştır:
"Hilafet, Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in dinin kurulması için miras yoluyla ve vekâletle elde edilen bir devlettir. Dini ilimlerin canlandırılması, İslam'ın şartlarının tesisi, cihat ve onun gerekliliklerinin düzenlenmesi orduların tertip edilmesi, maaşların tayini, ganimetlerin dağıtımı, yargı sisteminin kurulması ve hadlerin (devlet cezalarının) uygulanması, zulmün ortadan kaldırılması, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi maslahatların temini için bu şarttır." [İzaalat-ul-Hafa, Cilt 1, Sayfa 17]
Kısacası, Hilafet, Yüce Allah'ı tek Egemen olarak tanır; tüm mekanizması, Allah'ın vahiy ile gelen kanunlarına (Yüce Kur'an ve son Peygamber'in sallallahu aleyhi vesellem Sünneti) göre işler. Öte yandan, "ülke" veya "ulus devlet", egemenliği "devlet" (veya bir monark) adı verilen, görülmeyen sahte bir saneme verir ve vatandaşlarına insan yapımı bir anayasanın üstünlüğünü dayatır.
Hilafet'teki Kur'an ve Sünnet'in rolü, ulus devlette "anayasa" ile değiştirilmiştir. İslam'da "Allah'ın Kelimesini yüceltmek için savaşın!" denildiği gibi anayasal sistemde ise ordulara şöyle denir: "Yasanın üstünlüğünü, devletin 'otoritesini' korumak için savaşın!"
2-İnsan yapımı sınırlar ve dinamik taarruzi cihat
Modern "ülke"nin sürekli bir özelliği, yeryüzüne insan yapımı sınırların uygulanmasıdır. Bu sınırlar, dünya çapında dağıtılmış, öğretilmiş ve yayılmış haritalar aracılığıyla aktarılır. Müslümanlara, bu haritalar daha en başından çocukluk yıllarında gittikleri eğitim kurumlarında öğretilir.
Bu sınırlar, batılılar tarafından Müslümanları birbirinden ayırmak için çizilmiş ve yalnızca 150 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu sınırların uygulanması ve benimsetilmesi o kadar acımasız bir şekilde yapılmıştır ki, artık tüm dünya bu sınırları, sanki İlahi olarak belirlenmiş gibi kalıcı kabul etmektedir (Allah'a sığınırız).
Bütün bunlar, başkenti bir zamanlar Hicaz, başka bir zaman İstanbul olan bir Hilafet anlayışından ne kadar uzaktır! Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Yahudileri İslam'a davet ettiğinde (ve onlar reddettiklerinde) onlara şöyle dedi:
"Biliniz ki yeryüzü Allah'a ve O'nun Peygamberine aittir ve sizi bu topraklardan çıkarmak istiyorum. Yanında herhangi bir malı olanlar bunu satsın, aksi takdirde bilsinler ki yeryüzü Allah'a ve O'nun Peygamberine aittir." [Müslim]
Yeryüzü Allah'a aittir ve kafirlerin, herhangi bir harita üzerinde bir sınır çizme ve başkaları için sınırlar belirleme hakkı yoktur. Onların çizdiği sınırlar yanlıştır ve hiçbir gerçekliği yoktur. Müslümanlar için gerçeklik, her şeyden önce İlahi kanunun neyi emrettiğidir ve Allah'ın Kanunu bu ayrımları onaylamaz.
Sabit sınırların aksine, İslam bize taarruzi cihat kavramını sunar, yani kafirlerin yönetimi altındaki toprakları kurtarmak ve yeryüzünde Allah'ın hükmünü tesis etmek için yapılan cihat. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymayanlarla ve hak dini (İslam'ı) din edinmeyenlerle savaşın, ta ki boyun eğerek, kendi elleriyle cizye verene kadar." [Tevbe, 9:29]
Taarruzi cihadın amacı, kafirleri İslam'a dönüştürmek değildir. Birini İslam'a zorla dönüştürmek İslam'da yasaktır, çünkü hidayet yalnızca Allah'ın elindedir. Ancak, kafirlerin yeryüzünde bir yönetim sistemi kurmalarına izin verilmez, çünkü yeryüzü Allah'a aittir ve yalnızca O'nun salih kulları onu miras almaya layıktır.
Bu nedenle, taarruzi cihadın amacı, insanların İslam'a girmelerine engel olan tüm unsurları ortadan kaldırmaktır; çünkü insanlar İslam'ın açık sistemini ve onun getirdiği barışı gördüklerinde, hepsi gönüllü olarak İslam'ı kabul edeceklerdir. Tarih buna şahittir.
Benzer şekilde, İslam, Hilafet'in gayrimüslim tebaasına zulmetmez, aksine onlardan yalnızca bir vergi alır ve dinlerini özgürce uygulamalarına ve kendi aralarında yasalarını yürütmelerine izin verir, tabii ki bu yasaları ve dinlerini yaymaya çalışmadıkları sürece.
Ve âlimler, bu tür cihadın, İslami yönetim tarafından gayrimüslimlere uygulanan cizyenin (verginin) devamını sağlamak için olduğunu belirtmişlerdir. Cihad, güç kullanılarak yapılan bir davettir ve tüm mevcut imkanlarla gerçekleştirilmesi farzdır; ta ki yeryüzünde yalnızca Müslümanlar ya da İslam'a boyun eğenler kalana kadar.
Bu nedenle, İslam'da "sınırlar" kavramı yoktur. Aksine, İslam, Müslümanların yeryüzünde Allah'tan başka tapılacak kimse kalmayıncaya ve Allah'ın kanunu yeryüzünde tamamen hakim oluncaya kadar, davet ve cihat yöntemiyle İslam mesajını yaymayı bir görev olarak görür:
"O'dur ki, Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi; onu, müşrikler hoşlanmasa da, bütün dinlere üstün kılmak için." [Tevbe, 9:33]
3-Toprak üzerine kurulan dostluk ve düşmanlık karşısında Allah için dostluk ve düşmanlık
"Ulus devlet" kavramı, insanlığın dostluk ve düşmanlık ilişkilerini toprak temeline göre kurmasını emreder. Örneğin, modern dünyada bir Amerikalı ile bir Rus, bağlılıklarını "devlet" ve onun dış politikasına göre belirler ve bu nedenle birbirlerini dışlarlar. Buradaki temel, dinin veya inancın dostluk ve düşmanlıkta hiçbir rol oynamamasıdır.
Pakistan devleti, Hindistan devletiyle sözde "ezeli bir rakip" iken, eşit derecede kafir olan komünist Çin ile sağlam bir müttefiktir. İsrail, Filistinlilere karşı savaş açarken, bir Mısırlı Müslüman, Yahudileri öldürürse suçlu kabul edilir, çünkü devletinin "dış politikası" İsrail ile barışı öngörmektedir.
Bu tamamen yanlış bir inançtır, çünkü Allah'ın insanlık için belirlediği düzene aykırıdır:
"O, sizi yaratandır. Kiminiz kafir, kiminiz mümindir. Allah, yapmakta olduklarınızı görendir." [Tegabun, 64:2]
İslam'da dostluk ve düşmanlık, İslam'a olan sevgi ve nefrete dayanır. Şeyh Said El-Kahtani, El-Vela Ve'l-Bera adlı eserinin 1. cildinin 4. sayfasında şöyle söyler:
"Sevgi bağlılığın kaynağıdır, nefret ise karşıtlığın kaynağıdır. Kalbi ve eli harekete geçiren bu iki duygudur. Sevgi, yakınlık, ilgi ve yardım ilham eder; nefret ise engelleme, düşmanlık ve reddetmeye neden olur. Sevgi ve nefret, iman açıklamasıyla ilişkilidir ve onun temel unsurlarını oluşturur. Kur'an ve Sünnet'te bunun delilleri oldukça fazladır. Kur'an'dan delil olarak şu ayetlere bakınız:
'Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile hiçbir bağı kalmaz. Ancak onlardan sakınmanız başka. Allah, sizi Kendisine karşı uyarır. Dönüş yalnız Allah'adır.' [Ali İmran, 3:28]
Ve ayrıca:
'Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.' [Maide, 5:51]"
Bu nedenle İslam, Allah rızası için dostluk ve düşmanlığı teşvik eder. Dünyadaki tüm Müslümanlar, renk, ırk veya kabileyi aşan sınırsız bir sadakat bağıyla birbirine bağlıdır.
Öte yandan, "ulus devlet" vatandaşlarından dostluk ve düşmanlık ilişkilerini toprak temeline göre kurmalarını ister. Bugün, sözde "Müslüman ülkelerden" hiçbiri Allah rızası için dostluk ve düşmanlık ilişkisi kurmamaktadır. Sözde "teröre karşı savaş" başladığında ve Bush Jr. "Ya bizimlesiniz ya da bize karşı" ültimatomunu verdiğinde, bu ülkelerin tamamı ve onların kukla liderlikleri tereddütsüz bir şekilde Amerikan hükümetine boyun eğmiş ve ellerindeki her şeyle haçlı davasını desteklemiştir.
Irak'tan Suudi Arabistan'a, Pakistan'dan Özbekistan'a kadar çoğu ülke, "ulusal güvenlik" ve benzeri adlar altında Amerikalıları desteklemiştir (oysa bu destek, kendi oluşturdukları milliyetçi ilkelerin çoğuyla çelişmesine rağmen).
Gerçekten de hayret vericidir ki, bu ülkeler dış politikalarında hiçbir gayrimüslim ülkeyi düşman olarak tayin etmezler. Mağrib'den Endonezya'ya ve Uzak Doğu'ya kadar, bu hükümetlerin hiçbirinin Müslüman olmayan ülkelere karşı bir duruş sergilemediği görülüyor. Eğer düşmanları varsa bunlar İslami hareketlerdir. Bu, ulus devletin bir başka bozuk yönüdür. Bu ülkeler dış politika oluştururken İlahi vahye başvurmazlar. Dostluk ve düşmanlık, dine değil, toprak esasına dayandırılır ve elbette bu, İslam'ın Allah rızası için dostluk ve düşmanlık kavramıyla asla bağdaşamaz.
4-Din eşitliği ve din üzerine yapılan ayrım
İslam, toplumu din temelinde ve daha spesifik olarak tevhid inancı üzerine düzenler. Toplum, tüm İslami sistemlerin temelini oluşturan iman beyanı esasına göre organize edilir: "La ilahe illallah" (Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur)."
Bunun sonucu, Allah'a, Peygamberine sallallahu aleyhi vesellem ve dinine olan imanı, bireyin toplumdaki statüsü için birincil temel olarak kabul eden bir toplumdur. Hilafet yönetimi, "Bütün insanlar Allah'ın kanunu önünde eşittir ve kişilerin üstünlüğü ancak takva ve iyi ameller iledir" şeklindeki temel İslami doktrini ön plana çıkarır. Bir kişi ne kadar takva sahibiyse, toplumdaki statüsü o kadar yüksek olur. Bu nedenle, bir alim, bir mücahit, bir kadı (yargıç), İslami bir hilafetin en değerli varlıklarıdır. Buna karşılık, bir müşrik, bir mürted vb. ise kanuna muhalefet edenler olarak kabul edilir.
Öte yandan, "ulus devlet" bir toplumu, "tüm insanlar devletin (insanlar tarafından yazılmış) kanunu önünde eşittir" anlayışı temelinde düzenler. Neredeyse tüm ulus devletlerde bu, yaygın olan en önemli bozulma biçimlerinden biridir. Yahudi, Hristiyan, Kadıyani, Rafızi, ateist; yalnızca Allah'a iman eden bir Müslümanla "yasal olarak eşittir" ve aynı haklardan yararlanır. Bir mürted, inkârına rağmen toplumdaki haklarını korur. Bir Müslüman, Hristiyan olabilir ve yine de ulusçu orduda hizmet edebilir. Faiz alan bir bankacı, Allah ve Resulü sallallahu aleyhi vesellem ile savaş halinde olmasına rağmen ulusçu toplumun en değerli vatandaşlarından biri olarak kabul edilebilir. Bir Rafızi, cumhurbaşkanı veya başbakan olabilir (örneğin, Maliki, Zerdari, Beşar Esed vb.). Bir ineğe tapan bir kişi ile yalnızca Yüce Allah'a tapan bir kişi "eşit vatandaşlar" olarak kabul edilir.
"Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler." [Zümer, 39:22]
Bu bozulmanın sebebi, dünya toplumunun "din ayrımı gözetmeksizin eşitlik" maddesi temelinde düzenlenmiş olmasıdır. Örneğin, Birleşmiş Milletler'in İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, dünya çapında tüm ulus devletlerin (BM üyesi olanların) tartışmasız kabul ettiği "onura" sahiptir. 2. maddesinde şöyle söyler:
"Herkes, ırk, renk, cinsiyet, din, siyasi veya diğer görüşler, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğum ya da başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetmeksizin bu Beyannamede belirtilen tüm hak ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiptir."
Bu yeni dünya düzeninde, dine dayalı ayrım geçersiz kabul edilmektedir. Ancak yukarıdaki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 2. maddesinde belirtilen ilkeler asla yazılı olduğu şekli ile uygulanmaz. Uygulamada bu maddede belirtilenin tam aksine, insanlara "ulusal köken" üzerine bir ayrım yapılmaktadır. Dünya meselelerini yakından takip eden herkes bunu bilir. Bir Amerikalı ile bir Afgan asla aynı haklara sahip değildir. Filistinliler ile İsrailliler eşit tutulmaz. Bu Birleşmiş Milletler ve onların bildirgeleri, yalnızca belirli bir grubun çıkarlarına hizmet eder. Burada tanımladığımız içsel bozukluklarına rağmen, bu düzen böyle işler durur.
İslam'da ise ayrım dine göre yapılır çünkü İslam hakikattir ve onun dışındaki her şey batıldır.
İslam dinini uygulamak günümüzde dünya genelinde "yasaklanmıştır." Ve bugün hâlâ onu uygulamak isteyenler, gecelerini ve gündüzlerini insansız hava araçlarının ve füzelerin gölgesinde geçiriyorlar.
İslam'da insanlar arasında, Allah'ın belirlediği ölçütler dışında bir ayrım yapmak yasaktır. Suudi Arabistan Daimi İslami Araştırmalar ve Fetva Verme Kurulu'nun bir fetvasında şu şekilde belirtilmiştir:
"Kim Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer kafirler ile Müslümanlar arasında milliyetçilik esasına dayalı bir ayrım yapmaz ve onların yasalarını eşit kabul ederse, o kişi kafirdir." [Suudi Arabistan Daimi İslami Araştırmalar ve Fetva Verme Kurulu, Cilt 1, Sayfa 154]
Bu nedenle, İslam, tebaasını inanç temelinde ayırt edemeyen bir toplumu asla onaylamaz. Aksine, İslam böyle bir toplumu "Cahiliye" (cahillik) toplumu olarak tanımlar. Gayrimüslimlerin bir Müslümanla seküler yasa önünde eşit kabul edilmesi, dünya genelinde yaygındır. Ulus devletin bu yönü, İslam'ın özünü yani din temelinde dostluk ve düşmanlık esasına dayalı bir toplum inşa etme anlayışını yok etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, kafirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler." [Fetih, 48:29]
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"İmanın en güçlü bağı, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır; Allah için sevgi ve Allah için buğzdur." [Ahmed]
Gerçekten, ulus devletin bu yönü ki bu, yeni dünya düzeninin temel özüdür – tek başına o kadar yıkıcıdır ki, İslam'ın temellerini tamamen ortadan kaldırır. Allah'a ve müminlere bağlılığını ilan eden, kafirlerden ve onların yasalarından ayrılan kişi, anında insan yapısı anayasal sisteme tamamen "yabancı" hale gelir.
5-Vatandaşlık (devlete boyun eğme) ve kulluk (Allah'a boyun eğme)
Vatandaşlık, ulus devletin kalıcı bir özelliğidir. "Belirli bir sosyal, siyasi veya ulusal topluluğun vatandaşı olma durumu" olarak tanımlanır. Yeni dünya düzeninde, bir ülkenin vatandaşı, genellikle bir anayasa ile tanımlanan o ülkenin yasalarına bağlıdır. Bir kişinin reşitlik yaşına (genellikle 18 veya 21) ulaşmasıyla aldığı ulusal kimlik belgesi, o kişinin o ülkenin vatandaşı olduğunu teyit eder. Bir ülkede doğmak, otomatik olarak o ülkenin "vatandaşı" olmayı gerektirir. Ancak bir kişi başka bir ülkeye göç ederse, o ülkenin vatandaşlığını kazanmak için bir "vatandaşlık yemini" etmesi gerekir.
Vatandaşlık yemini, kişinin ülkenin yasalarına ve anayasasına bağlılık yemini etmesini gerektirir. Örneğin, ABD Vatandaşlık Yemini şu ifadeleri içerir:
"Amerika Birleşik Devletleri'nin yasalarını, yabancı ve yerli tüm düşmanlara karşı savunacağımı; bu yasalara gerçek bir inanç ve bağlılık göstereceğimi; gerektiğinde yasa tarafından talep edildiğinde Amerika Birleşik Devletleri adına silah taşıyacağımı..."
Kısacası, bir ülkenin vatandaşlığı, "devlet" adlı yeni çağın sahte putuna boyun eğmektir. Bu, insan yapımı anayasaya boyun eğme, bu sahte tanrı adına bağlılık ve ayrım yapma sözü vermek ve onun bayrağı altında tüm olası düşmanlara karşı savaşma taahhüdüdür.
Vatandaşlık kavramı, Suudi Arabistan'dan Uzak Doğu'ya kadar tüm "Müslüman" ülkelerde aynı şekilde korunmaktadır. Dr. Allame Muhammed İkbal'in şu sözleri ne kadar doğrudur:
"Bu 'ülke/devlet', bu yeni putların en büyüğüdür
Elbisesi, dinin kefenidir..."
Batı'nın "devlete boyun eğme" anlayışının aksine, İslam'ın "Allah'a boyun eğme" anlayışı vardır. İslami bir Hilafet'in tebaası, yalnızca Yüce Allah'ın egemenliğine boyun eğer, çünkü iman beyannamesinde şunu dile getirir:
"Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur (yalnızca O vardır)."
Aslında, İslami Hilafet, Müslümanların Yaratıcının Kanunu önünde topluca boyun eğmesine ve secde etmesine olanak tanıyan kolektif bir varlıktır:
"Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz." [Fatiha, 1:5]
İbadetin insani amacı, bireysel ve toplu olarak Allah'ın emirlerine teslim olmaktır. İslam'da vatandaşlık, iman temeline dayanır. Ancak Batı felsefesinde vatandaşlık, toprak ve o toprağın anayasal yasasına dayalıdır. Bu sahte vatandaşlık kavramının benimsenmesinin sonuçları yıkıcı olmuştur. Ulus devletin vatandaşlık anlayışı, İslam'daki kulluk anlayışıyla tamamen çelişir. Bu ikisi asla bağdaşamaz.
Bu yeni dünya düzeni, bir Müslüman'ın Allah'tan başka birine boyun eğmesini ve teslim olmasını gerektirir. Bu anlayışta, İslam inancının doğasına tamamen zarar veren birçok tuzak bulunmaktadır. Kafirlerin tüm sistem ve felsefelerinin benimsenmesinin korkunç sonuçlarını gördüğümüzde, şu ayetin yankısının ne kadar doğru olduğunu anlarız:
"Onlar, sizin de kendileri gibi küfre sapmanızı ve böylece eşit olup bir olmanızı isterler…" [Nisa, 4:89]
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.