Monarşiye dönüş Afganistan'daki çatışmayı durdurabilir
Monarşik bir yönetim sistemi Batılıların kulağına “gerici” gelebilir ancak Afganistan geçmişte monarşi ile idare edildiği dönemde sürekli gelişiyordu ve Batı tarafından zorla kurulan Afgan hükümeti de çökmeye mahkumdur. O yüzden görünen köy kılavuz istemez.
Afganistan’da birşeyler değişmek zorundadır. Hali hazırda devam eden siyasi durum kimsenin yararına değildir.
30 Nisan taraihinde Kabil’deki iki ayrı bombalamada aralarında 9 gazetecinin de bulunduğu en az 25 kişi öldürülmüştü. Bu saldırılar gazetecilerin hayatlarını kaybettiği saldırılar arasında 2002 yılındaki saldırıdan sonra en ölümcülü olarak kayıtlara geçti. Bu saldırılar Eşref Gani’nin savaşı sonlandırmak adına koşulsuz bir barış planını önermesinin hemen ardından gerçekleşti. Sonrasında ise Taliban ünlü “Bahar Operasyonlarını” başlattığını ilan etti. Böylelikle barış için bütün umutlar tükenmiş oldu.
"Trump siyasi çözümden yana"
ABD Başkanı Trump ofise geçtiği ilk günlerden itibaren Afganistan’da nasıl bir yol izleyeceğine dair sürekli karışık sinyaller verdi ve farklı farklı adımlar attı. İlk başlarda “ulus inşası” fikrini kötüleyen açıklamalarda bulundu. Daha sonra ise Afganistan’daki ABD askeri sayısını artıracağına dair söz verdi. Bugünlerde ise Trump, siyasi bir çözüme daha sıcak bakıyor. Bunun ilk sinyalleri de Savunma Bakanı Jim Mattis’in Mart ayında Kabil’e gerçekleştirdiği sürpriz ziyarette verilmişti.
Mattis açıklamasında, "Afganistan’da zaferi dört gözle beklemekteyiz. Bu askeri bir zafer olmayacak. Asıl zafer Taliban ve Afgan hükümeti arasında siyasi bir uzlaşmaya varılması olacaktır" diye konuşmuştu.
Ancak, hali hazırdaki siyasi sistem sınırları içerisinde bir anlaşmaya varılsa dahi, bunun kalıcı bir barış getireceğine inanmak için hiçbir sebep bulunmamaktadır.
Afganistan’daki çatışmalar, ülkenin aşiretlere dayalı kültürü ve etnik dinamikleri merkeze alınmadan asla çözülemez. Korkusuz ve kendi aralarında rekabet eden aşiretlerin iç çekişmeleri, yüzyıllardır yabancıların işgal girişimleriyle mahvolmuş bu topraklardaki çatışmaları kızıştırmaktadır.
Ne bomba fırtınaları ne de Taliban ile yapılacak bir barış ülkeyi düşmüş olduğu şiddet bataklığından kurtarmayacak. Yaşadıkları yerler uzak ve kültürleri farklı aşiretler süreki olarak merkezi hükümeti zayıflatıyor. Bu durum Taliban’a masada oturmak için fırsat verilse dahi değişecek gibi görünmemektedir.
Ancak bir seçenek daha mevcut. NATO güçlerine son 10 yıldır çevirmen olarak çalışan bir Afgan olarak, ben şahsen ülkenin siyasi sisteminin tamamen elden geçirildikten sonra anayasal monarşinin tekrar kurulmasının elzem olduğu kanaatindeyim.
Neden mi monarşi?
Amerikalılar, monarşi fikrini gerici olarak görebilir. Ancak Afganistan, monarşinin işe yaradığının ispat edildiği bir ülkedir. Üzerinden henüz çok zaman geçmemiş bir zaman dilimde -1933-1977 yılları arasında hüküm süren Muhammed Zahir Şah döneminde - ülke siyasi ve sosyal istikrar içerisinde bir kral tarafından idare edildi.
Şah’ın 40 yıllık iktidarı süresinde, Afganistan’daki siyasi ve sosyal reformlar hız kazanmış, 1964 yılında kabul edilen anayasa ile, tarihin başından beri erkeklerin baskın olduğu bu toplumda kadınlara eşit haklar ve eğitim şansı verilmiştir.
Ne zaman Amerikalı arkadaşlarıma 60’lı yıllarda Kabil’de çekilmiş fotoğrafları göstersem, Batılı kıyafetler giyen erkek ve kadınların beraber çalıştıkları ve beraber üniversitelere gittiğine şahit olup, gördüklerine inanamayarak kafalarını sallarlar. Ağızlarından; "Yok artık!" kelimeleri çıkar zira kendilerinin bildiği tek Afganistan, savaşta paramparça olmuş, bombalı saldırıların günlük bir olay olduğu ve asla bitmeyen bir çilenin yaşandığı Afganistan’dır.
Afganistan’ın bugünkü problemlerinin kökü 1973’te, Şah’ın, Başbakan olarak görev yaparken görevden alınan kuzeni Muhammed Davud Han tarafından kansız bir şekilde intikam amacıyla iktidardan indirildiği döneme dayanır. Davud Han suikaste uğradığı 1978 yılına kadar Devlet Başkanı koltuğunda kaldı. Bu olaydan sonra ülke kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Davud Han’ı ortadan kaldıran Sovyet yanlısı genç subaylara, Afganistan’ın temeli olan dinine bağlı aşiretler sert bir şekilde karşı durdular.
Afganistan bir anda, arazi reformu, ücretsiz barınma, eğitimde ve ekonomide refah vaat eden komünistler tarafından yönetilen demokratik bir cumhuriyet oluvermişti. Tabi ki Sovyet yanlısı grup verdiği bu sözlerin hiçbirisi tutamadı. Bunun yerine kendilerine muhalif olanları bir terörizm ve hapis furyasıyla ortadan kaldırmaya başladı. Bunun ardından da Sovyet birlikleri Kabil’deki kuklalarını desteklemek amacıyla ülkeyi işgal etti. Üzerinden çok geçmeden ülke siyasi güç kavgası yüzünden kan gölüne döndü. Nihai sonuç olarak, hukuk ve nizamın tamamen ortadan kalkmasının yanı sıra yüzbinlerce insanın hayatlarını kaybetmesinin önü açıldı.
Taliban kontrolü sağladı
Taliban kontrolü sağlamayı başardı ve bütün Afganlar, özledikleri hukuk ve nizamı kendilerine vaat eden bu savaşçıları bağırlarına bastı. Vatandaşlar Taliban’ın gücü ele geçirmesinin ardından kralın tekrar iktidara gelmesinin yolunun açılacağını düşünüyorlardı zira Şah, Afganlar arasında büyük bir desteğe sahipti, buna ek olarak Taliban’ın ekseriyeti de Kandaharlı Peştun kavmine mensup insanlardan müteşekkildi. Taliban ayrıca halka siyasi olarak hakimiyet peşinde olmadığını, düşman def edildikten sonra halkın siyasi kaderine nasıl devam etmek isterse o karara destek vereceğini ilan etmişti.
Kendine karşı çıkanları hallettikten ve ülkenin çoğunu kontrol altına aldıktan sonra Taliban, Afganistan İslam Emirliğini kurduğunu ilan etti.
Taliban sonrası planlar
Sonraki dönemde, Amerika Taliban hedeflerini bombalamaya başladı. Hem ABD hükümeti hem de Afganlar, Taliban’ın kısa süre içinde yok olup gideceğini düşündüklerinden, Taliban sonrasında doğacak siyasi güç boşluğunu doldurabilecek bir lider arayışlarına başlamışlardı bile.
Birçok kimse bu isim için tahttan indirilen Şah’a en iyi seçenek gözüyle bakıyordu. Şah, insanların gözünde ılımlılığı temsil etmekteydi. 40 yıllık iktidarı döneminde devlet ve din arasına çekilen kalın çizgiler bazı kesimlerin hoşuna gitmişti.
2001 yılında BBC’nin de haber yaptığı bir gelişme oldu. Bir futbol stadında toplanan yaklaşık 10.000 kişi, Şah’ın gözetimi altında Loya Cırga (Afgan aşiretleri toplantısı) çağrısında bulundu ve Afganların kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesi gerektiğini anlatan birçok konuşmacı bu etkinlikte söz aldı.
O zamanlarda ben serbest gazetecilik yapmaktaydım. Roma’da sürgünde bulunan Şah’ın yanına kendisiyle röportaj yapmak için gittim. Şah’ın kaldığı yerde entelektüleller, bölgede sözü geçen aşiret liderleri ve Afganistan’ın her tarafından gelen silahlı grup komutanları, yabancı devlet adamları ile karşılaştım. Hepsi de Afganistan’da tekrar canlandırılacak anayasal monarşinin başına geçmesi halinde Şah’ı destekleyeceklerini bildirmek üzere İtalya’ya koşarak gelmişlerdi.
Aynı yılın Aralık ayında, Almanya, Bonn Konferansına ev sahipliği yaptı. Bu toplantıda, aralarında Şah’ı temsil eden kafilenin (bu gruba daha önceki dönemde Adalet Bakanı olarak görev yapan Abdul Satar Siret liderlik ediyordu) de bulunduğu, ülkenin çeşitli etnik aşiretlerini temsilen gelen heyetler Taliban sonrası Afganistan’ın geleceğini görüşmek üzere bir araya geldi. Ancak iki noktada işler hiç yolunda gitmedi.
İlk olarak, ne olursa olsun o vakitlerde ülkenin çoğunun kontrolünü elinde tutan Taliban konferansa davet edilmedi. Kuzey İttifakı, askeri alandaki başarılarını koz olarak kullanarak devlet yönetiminin önemli noktalarını ele geçirmeyi başardı. Geriye kalan az miktardaki ve önemsiz poziyonlar ise, dini ve aşiretler arası ilişkiler göz önünde bulundurularak taksim edildi. Taciklerin en büyük bileşen olduğu Kuzey İttifakının toplantıyı rehin alması, Peştunlar arasında büyük bir nefrete neden oldu.
İkinci olarak, Şah’ın baş delegesi Syrat’ın, Loya Jirga’ya katılmak üzere yola çıkmasına izin verilmedi. Onun yerine Bonn delegasyonu bu görev için ülkenin güneyinden gelen, pek de tanınmayan bir isim olan Hamid Karzai’yi seçti. Daha sonra Siret'in San Diego’da gerçekleştirilen bir toplantı sırasında, delegelerin aslında kendisine oy verdiğini ancak Peştun değil de Özbek olduğu için Kuzey İttifakı temsilcileri ve bir Peştun olan Karzai arasındaki gizli bir anlaşma sonucunda üzerinin çizildiğini aktardığı bilinmektedir.
"Kabil hükümeti yıkımın eşiğinde"
Şimdi ise, onbinlerce ABD askerinin ve milyarlarca ABD dolarının yardımına rağmen, Kabil hükümeti yıkılmanın eşiğindedir.
Peştun bir kral liderliğinde monarşiye dönülmesi Afganistan’ın farklı farklı milletlerden oluşan aşiretleri arasında destek görür mü? Şahsen ben, hiç olmazsa bir kesim tarafından göreceğine inanıyorum zira tam bir rezalet ve komediye dönüşen başkanlık seçimlerinin başarısız olduğu herkesin malumudur.
2014 yılındaki seçim bir sonuç vermemişti, iki taraf (Eşref Gani ve Abdullah Abdullah) da zafer ilan etmişti. Bunun üzerine hükümet, neredeyse bir sene boyunca işlevsiz kaldı ve bütün işler askıya alındı. Bu durum aslında Batı’da işe yarayan demokratik seçimlerin Afganistan’da uygulanamayacağını gösteren en önemli örneklerden bir tanesidir zira burada siyasi anlaşmazlıklar, yüzyıllardır devam eden etnik gerilimleri harekete geçirici bir faktöre dönüşür.
O günlerde ABD Devlet Bakanı olan John Kerry, iki aday arasında gücü paylaşmaları hususunda arabulucuk yapmamış olsaydı, ülkede devam eden iç savaş tam manasıyla bir koas ortamına evrilecekti. İki isim arasında varılan anlaşmaya rağmen Gani ve Abdullah arasında, 4 sene sonra dahi çekişmelerin devam ettiğini ve hükümetin halen işlevsiz olduğunu bilmeyen yoktur. Taliban hala Afgan güvenlik güçlerine ölümcül darbeler vurmaya devam etmektedir. Kabil ve diğer şehirler düzenli olarak bombalamaların hedefi olmaktan kurtulamamaktadır.
Gani ve Abdullah'a 'koltuk bırakın' çağrıları
Durum o kadar kötü bir hal aldı ki, milletvekilleri, diğer siyasiler ve aşiret liderleri hem Gani’ye hem de Abdullah’a henüz görev sürelerinin bitmesine 1 yıl olmasına rağmen koltuklarını bırakmaları noktasında çağrılar yapıyor. Hatta ülkeyi 2019’da yapılması planlanan seçimlere kadar yönetecek ismin seçilmesi için yeni bir Loya Cırga yapılmasının mümkün olduğuna dair konuşmalar dönmektedir.
Ancak ne yeni bir aşiretler toplantısı ne de ABD’nin desteğini daha da artırması Afganistan’daki şiddeti durduramaz. ABD 16 senedir Afganistan’da ve monarşinin yıkılmasından sonraki süre zarfı içinde Afganlar birçok aşiret toplantısı ve barış görüşmesi gerçekleştirdi. Buna rağmen ise durum ortada.
1973’teki darbe hiç gerçekleşmemiş olsaydı Şah’ın hanedanlığı bugün belki de ülkeyi yönetmeye devam ediyor olacaktı. (Doğru ismin kral olması şartıyla) anayasal monarşinin tesis edilmesi, etnik, dini ve aşiretler arası meseleler noktasında bir köprü görevi görerek Afganistan’ı birleştirebilir. Birleşik bir Afganistan da hali hazırdaki şiddet sarmalını sona erdirecektir. Bu formül Zahir Şah’ın hakimiyetinde 40 yıl boyunca işe yaradı. Ülkenin farklı bölgelerindeki aşiretler ve vilayetler Şah’ın hükümranlığını kabul ettiler. Monarşi tekrar uygulanırsa belki de işe yarayabilir.
Ele alınabilecek bir seçenek olarak, (Peştun aşiretlerden oluşan) Durani Hanedanlığı’nın tekrar canlandırılması masaya yatırılabilir zira büyük çoğunluğu Peştun olan Taliban bu şekilde tatmin edilebilir.
Taliban ile masaya oturmak ABD’nin çıkarlarına uyabilir ancak Afganistan’daki siyasi sistemin değişmesini sağlamayan her siyasi girişim, en az ABD’nin askeri girişimleri kadar meyvesiz olacaktır. Hiçbir yabancı güç, Afganistan gibi aşırı derecede bölünmelerin olduğu bir ülkede barış tesis edemez. Ülkenin kendi bağrından gelen bir çözüme ihtiyacı vardır. Monarşiyi denemekte fayda var. Şu ana kadar hiçbir şey işe yaramadı zaten.
Wahab Raofi'nin Foreign Policy Journal'de yayınlanan bu yazısı Mepa News okurları için tercüme edildi.