Amerikan milliyetçiliği ve glonasyonalizme geçiş
“Bu isyanı ve sebeplerini görmek zor olmamalı. Amerika'da meydana gelen şiddetli demografik değişimlerin muhtelif reaksiyonlar yaratmaması, insanlık tarihinde daha önce rastlanmamış bir sıra dışılık olurdu. Akla çok yakın bir tepki, çoğunlukla işçi sınıfı ve orta sınıf beyaz erkeklerden oluşan ancak bunlarla sınırlı kalmayan dışlayıcı sosyo-ekonomik hareketlerin, sosyo ekonomik statülerini aşındırdığına, işlerini göçmenlere ve yabancı ülkelere kaybetmelerine sebep olduğuna, kültürlerini bozduğuna, dillerini yerinden ettiğine, ülkelerinin tarihsel kimliğini erozyona uğrattığına hatta buharlaştırdığına isabetle ya da yanılarak inandıkları bu değişimleri protesto etmeleri, durdurmaya ve geri çevirmeye çalışmaları olurdu.”
-Samuel P. Huntington, Biz Kimiz-
Huntington'ın yukarıdaki değerlendirmesi, Trump'ı Başkanlık koltuğuna taşıyan ana sosyolojik dalgayı bazı eksikliklerle de olsa tasvir ediyor. Manzarayı tamamlamak için “Medeniyetler Çatışması” atmosferinin kaotik sonuçlarını ve 2008 krizini takip eden sorunlar yığınını da unutmamalıyız. Zira, farklı kimlikler arasındaki gerilimleri tırmandıran eşcinsel evlilikler gibi kültür savaşı temaları ve terör tehdidiyle bağlantılandırılan diğer meseleler, elitlerin temsil ettiği müesses nizama yönelen popüler tepki dalgasını bu sosyo-ekonomik zeminde besledi.
Seçimlerle açığa çıkan enerji orijinal mecraında istikrar kazanıp muktedir olabilirse, ABD iç politikası ile sınırlı kalmayacak sonuçlar üretecek. Çünkü Amerika'nın dönüşümü, Amerikan gücünün şekillendirdiği dünyanın da yeni bir güzergaha doğru evrilişi anlamına geliyor. Hegemonik iktidarlar, lider ülkenin ve “müttefiklerin” yalnızca devlet aygıtlarını değil, sivil toplumlarını da birbirine bağlayan çıkarlar/değerler köprüsü üzerine kurulurlar. Devletten devlete ilişkiler, bu bağlantıyı hem destekler hem de onun tarafından desteklenir. ABD'de sandık, ortasından keskince bölünmüş bir sosyo-psikolojik iklimde “isyancılara” Beyaz Saray yolunu açtı ve hegemonik iktidar köprüsünün Amerikan toplumsal ilişkiler sistemine istinad eden ayaklarını tutuşturdu. İsyan ve yangının, epeydir ısınmakta olan Avrupa'dan başlayarak sistemin vaktiyle dayandığı diğer ayaklara da yayılacağını düşünebiliriz. Bu, Batı ittifakının temel kurumlarının ve bildiğimiz haliyle dünya düzeninin ateş menziline girdiği anlamına geliyor.
Yazımızda, Trump etrafında dönen kişisel tartışmalara ve seçimin sıcak uluslararası krizleri kısa vadede nasıl etkileyeceği gibi sorulara girmeyeceğiz. Zira, Trump'ın orta-uzun vadede dünya düzenini etkileyecek esas rolünün iktidar yolunu açtığı toplumsal dinamiklerin ve zihniyetin tahliliyle anlaşılabileceği kanaatindeyiz. “Küreselleşme sonrası” döneme geçişi tescilleyecek büyük dönüşümü bu pencereden anlamlandırabilmek için ise Amerikan siyasetinin tarihsel gramerine dair kısa bazı hatırlatmalara ihtiyacımız var.
AMERİKAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÜÇ YÜZÜ
Walter Russel Mead'in ünlü tasnifinde Hamiltoncı/Wilsoncu ve Jacksoncı siyasi gelenekler, değişik tarihsel konjonktürlerde yeni çehrelere bürünen uzun bir mücadelenin taraflarıdır. Rakip milliyetçiliklerden “civic” sayılabilecek ilki; devlete, şeklen evrensel değerler etrafında sadakati esas alır. ABD'yi yeryüzünde “istisnai” ulus/devlet kıldığına inanılan bir “siyasi akideye” yaslanır. Modernitenin özel bir versiyonunu tarif eden özgürlük inancı, anayasacılık, hukuk, demokrasi, bireycilik ve kültürel-siyasi eşitçilik Amerikan itikadının (American creed) başlıca bileşenleri sayılır. Elitler, hem devletteki hem de sivil toplumdaki pozisyonlarıyla bu ilkeler bütününün koruyuculuğu misyonunu üstlenmişlerdir. Tehditlerin, yalnızca dışardan değil popülist tepki dalgaları halinde içerden de gelebileceği öngörüsü, siyasi mimarinin dizaynına yansıtılmıştır. İki dereceli seçim mekanizması, Kongre'nin örgütlenişi ve Yüksek Mahkeme gibi kurumsal düzenlemelerin gerekçeleri arasında sistemi, merkezindeki elitlerle birlikte, popülist halk hareketlerine karşı koruma niyeti de yer almaktadır.
Amerikan milliyetçiliğinin bu versiyonu “beyaz ve Protestan kökler” üzerinde yükselse de, zamanla büyük göçmen dalgalarının “erime potasında” bütünleşmesini kolaylaştıran dahil edici bir karakter kazanmıştır. Konunun uzmanlarından Anatol Lieven, sivil haklar hareketiyle birlikte ırk ilişkilerinde tolerans ve eşitlik vurgusunun da ideolojik bünyeye alındığını kaydediyor. Amerikan siyasi itikadının son içerme hamlesi ise Clinton kampanyasında da özel bir yer tutan feminist değerleri ve eşcinsellerin taleplerini kapsıyor.
Alexander Hamilton'la başlatılan bu siyaset geleneğinin Wilsoncu çehresi, dış politikaya dünyayı Amerikan itikadının ilkeleri doğrultusunda şekillendirme motivasyonuyla yaklaşıyor. Alet kutusunda doğrudan askeri müdahaleler kadar, mesajını çıkarlar/ideoloji/hayat tarzları bileşkesiyle devşirilen yerel elitler üzerinden yayarak hükmeden mekanizmalar da var. Hegemonik iktidar mantığı, II. Dünya Savaşı'nın sonlarından küreselleşmenin parlak günlerine dek eklemleyici kudretini yeryüzünün büyük bölümünde değişik hız ve boyutlarda gösterdi. Bugün ise, tarihi hasmının uyanışıyla karşı karşıya.
Amerikan milliyetçiliğinin Andrew Jackson'a izafe edilen ikinci büyük kolu, “sertlik, beyazlık ve erkeklik” üçlüsüyle tasvir edilir. Jacksoncılar da, Amerikan itikadının samimi müminleridir. Ancak, bu ilkeleri dahil edici değil, dışlayıcı bir anlayışla benimserler. Amerikan değerlerinin, siyasette sadece beyazlar tarafından layıkıyla yorumlanıp hayata geçirilebileceğini düşünürler. Milleti, güçlü duygusal vurgularla, ailenin genişlemiş devamı şeklinde anlarlar. Bu yüzden, beyaz ailelerine yakıştıramadıkları göçmenleri/yabancıları milletin parçası olarak da kabullenmezler. Dahil etmeyi reddeden tavır, uluslararası ilişkilere de kendisini aksettirir. Dünyayı Amerikan değerlerine göre biçimlendirme iddiasıyla uzak coğrafyalarda yürütülen siyasi ve askeri projelere şüpheyle bakarlar. Bunları, elitlerin özel çıkarları uğruna girişilen maceralar olarak görürler. Onlara göre; yabancılar, temel Amerikan ilkelerini benimsediklerini ifade etseler bile “biz” parantezine giremezler. Amerikan itikadı, Amerikalılar içindir.
“Kendimize bakmalıyız” ve “Önce Amerika”gibi sloganlar, Jacksoncı dış politika vizyonunun merkezinde yer alır. Dünyayı, ittifaklar ve entegre elit ağları aracılığıyla dönüştürme gibi bir hedefe yabancı oldukları için sırf “demokrasiyi yayma” vb uğruna külfet yüklenmeyi kabullenmezler. ABD anayasasının üzerine çıkacağından endişe ettikleri küresel antlaşmalara karşıdırlar. Biricik saydıkları Amerika'nın kendisine benzemeyen dünyaya antlaşmalar aracılığıyla bağlanmasını istemezler. Dış dünya, Amerikan demokrasisine ve beyaz medeniyete yönelik tehditlerin kaynağıdır. Bu sebeple, kurulacak tüm temaslar güvenlik filtrelerinden geçirilmelidir. Jacksoncılar, askeri gücün yalnızca somut ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanılmasına taraftardırlar. Savaşa yatkındırlar. Ancak, “küresel düzen ve istikrarı sağlama” gibi hedefleri anlamsız bulurlar. Amerikan ordusu, dünya adına değil Amerika için savaşmalıdır. Dünyayı değiştirmekten çok, büyük güçler arası diplomasi ya da gerektiğinde savaş yoluyla Amerika'yı güvenli kılmak, çıkarlarını kollamak esastır.
GELENEKLER ARASI MÜCADELE DEVAM EDİYOR
Trump ve Clinton'ın karşılıklı söylemleri, Hamiltoncı/Wilsoncu ve Jacksoncı gelenekler arasındaki mücadelenin sürdüğünü gösteriyor. Trump'ın bu meselenin entelektüel izdüşümlerinden hiç haberdar olmaması ihtimali ve çizeceği muhtemel zigzaglar, önünü açtığı dinamiklerin orta-uzun vadede doğuracağı sonuçları fazla etkilemeyecek. Amerikan toplumunun kendisine ve dünyaya/dünyayla ilişkilerine bakışı hususunda geçmişte yaşananlara benzer köklü bir denge değişimi ve parçalanma süreci işliyor. Küreselleşmenin siyasi alt yapısını mümkün kılan değerler, kadrolar ve elitler iktidarlarını yitiriyorlar. Hayli zamandır başlamış olan “küresel”den “uluslararası”na dönüş arayışı tescilleniyor. Tarihin saati geri çevrilemeyeceği için bu dönüş, elbette geçmişteki bir modelin aynen tekrarı anlamına gelmeyecek. Yeni ulusallık/ulusalcılık küreselleşmenin inşa ettiği alt yapılar üzerinde vücûd buluyor. Söz konusu ekonomik/politik mimarinin bir kısmının yıkıldığını, bir kısmının da dönüşerek güç mücadelelerinin yeni parametrelerine uyarlandığını göreceğiz. Önümüzdeki dönemde çok tartışacağımız bu yeni durumu, “kürede ulusalcılık/glonationalism” olarak adlandırıyorum. Son seçimlerle ABD, rotasını bu güzergâha çevirmiş bulunuyor.
Trump'la yaşanacak dönüşümün “yapısal” boyutları Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. 1945'ten bu tarafa benzerine rastlamadığımız bir süreçten geçiyoruz. Trump'ın seçilmesi, Türkiye-ABD ilişkilerine şimdiye dek aracılık eden ağın ABD'ye bakan cephesini, devlet mekanizmasıyla irtibatlarını belirsizliğe iterek işlevsizleştirmiş vaziyette. Önümüzdeki dönemde, parçası oldukları geniş koalisyonla birlikte, enerjilerinin büyük bölümünü dünyayı değiştirmekten çok Amerika'yı “kurtarmaya” ayıracaklar. Beyaz Saray'ı bekleyen, müttefiklerinin iç işlerine ve rejimlerine karşı halefine kıyasla daha ilgisiz Amerikan Başkanı da mesaisinin kayda değer kısmını bu muhalefete hasretmek durumunda kalacak.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Küresel ekonominin yapısal mekanizmaları ile NATO dahil ABD tarafından inşa edilen uluslararası kurumların gözden geçirilmesi, bizi bekleyen diğer önemli gündemler arasında yer alıyor. Dünya düzeni kimi özellikleri bakımından iki dünya savaşı arasındaki yıllara benzemeye başlamışken, Türkiye üzerindeki Amerikan nüfuzunun, elbette güvenlik taahhütleriyle birlikte, daha da incelebileceği bir evreye giriyoruz. Yeni dönemin belirginleşen üç parametresi şunlar. Küresel sistem, büyük güçler arası pazarlıkların üreteceği jeopolitik kaymaları ve savaş risklerini içeren belirsizliklerle dolu bir güzergahta ilerliyor. Türkiye, büyük güçler karşısında diplomatik esnekliğini korumaya çalıştığı bir konjonktürü yaşıyor. Muhtemel kriz ve çatışmalar karşısında güvenliğimizi sağlayacağına kesinlikle itimat edebileceğimiz bir ittifakımız ise mevcut değil. Bu yüzden, Trump'ın seçilişiyle teyid edilen dönüşümün parametrelerini önümüze koymalı, karşımızdaki gelecek ihtimallerini dikkate alan gerçekçi yol haritaları üzerinde kafa yormayı sürdürmeliyiz. İkili ilişkileri yürütürken de yüz yüze olduğumuz yeni zihniyeti ve psikolojiyi iyi tartmamız gerekiyor. Bunu başarabilirsek, devlet gemisini tek tek meselelerle ilgili büyük ümitler ya da hayal kırıklıkları girdaplarına savrulmaktan koruyabiliriz.