Taha Kılınç

Taha Kılınç

Tünelin ucu

Tünelin ucu

Afganistan’da geçtiğimiz cumartesi günü yapılan parlamento seçimleri, sandıklara ve adaylara düzenlenen saldırılarla manşetlere çıktı. Akşam saatlerinde oy verme işlemi sona erdiğinde geride 78 ölü, 470 de yaralı kalmıştı. Kaçırılıp öldürülen adaylar ve diğer vakalarla birlikte, ölü sayısı daha sonra 100’e yaklaştı. Buna, seçim kampanyası sırasında çeşitli şekillerde öldürülen onlarca aday veya siyasetçi de eklendiğinde, bilanço daha da ağırlaşıyor. Afgan merkezî hükümetine bağlı güçlerin bazı büyük çaplı saldırıları engellemeyi başardığı iddia ediliyor; ancak engellenemeyen saldırıların ortaya çıkardığı sonuç öylesine dehşet verici ki, kimsenin şu aşamada Afgan polisine artı not vermeye mecali yok.

Güvenlik sebebiyle, ülke genelinde sandıkların üçte biri hiç açılmadı. Seçmenin önüne sandık konamayan yerler arasında Gazne ve Kandehar da vardı. Ağustos ayında birkaç günlüğüne Taliban’ın eline geçen Gazne’de henüz olağanüstü hal devam ederken, Kandehar’da da geçtiğimiz hafta Emniyet Müdürü General Abdurrazık Açikzey’in Taliban’ın düzenlediği bir silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirmesi, seçimlerin ertelenmesine neden oldu. Söz konusu saldırıda iki ABD’li generalin de (Austin S. Miller ve Jeffrey Smiley) canlarını kıl payı kurtarmış olması, Afgan ordusuna ve merkezî hükümete karşı Taliban’ın kazandığı mevziyi gözler önüne seriyordu.

Batı medyası, “Afganistan’da saldırı” temalı her habere Taliban’ı mutlaka iliştirse de, ülkedeki bütün silahlı eylemler elbette Taliban’ın imzasını taşımıyor. Afganistan’daki sosyolojik ve askerî gerçeklik, diğer çatışmacı grupları, yerli savaş ağalarını ve birbirinin boğazını sıkmaya ant içmiş iç rekabet odaklarını da görmeyi gerektiriyor. ABD ve müttefikleri tarafından “terörü ortadan kaldırma” iddiasıyla düzenlenen operasyonların ve bombardımanların, tüm bu silahlı oluşumların halk tabanında daha fazla destek bulmasına hizmet ettiği de, -yine gözlerden kaçırılan- buz gibi bir gerçek.

***

Soğuk bir kış gününde, ABD Başkanı Dwight David Eisenhower’in konvoyu Kâbil sokaklarından geçerken, tarihler 9 Aralık 1959’u gösteriyordu. 6-7 Aralık’ta Ankara’ya gelen Eisenhower, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’la uzun bir görüşme yaptıktan sonra Pakistan’a geçmiş, 7-9 Aralık’ta Karaçi’de Cumhurbaşkanı Eyyub Han’la bir araya gelmişti. Resmî programına göre Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye devam etmesi beklenen Başkan, ani bir kararla rotayı Afganistan’a çevirmişti.

Afganistan Kralı Muhammed Zâhir Şah’la halkı selamlayan Başkan Eisenhower, sadece altı saat kaldığı Kâbil’de Kral ve diğer yetkililerle, daha önce Türklerle ve Pakistanlılarla konuştuğu şeyi konuşmuştu: Sovyetler Birliği’nin bölgedeki yayılmacı emelleri ve buna karşı alınacak tedbirler. Eisenhower’ın Hindistan dönüşü 14 Aralık günü uğrayacağı İran’da, Şah Muhammed Rıza Pehlevî ile gündeminde de aynı konu yer alacaktı.

Bu diplomasi trafiğinden -çok değil- sadece 20 yıl sonra, 1979’da Sovyetler Birliği, Afganistan’ı fiilen işgal ettiğinde, ABD bu defa yeni bir tedbirler dizisini sahaya sürdü. Bunlar arasında, “Moskof kâfiri”ne karşı cihada gitmek üzere, İslâm dünyasının dört bir yanından “mücahit”lerin toplanarak Afganistan’a sevk edilmesi de vardı. Özellikle zengin Körfez ülkeleri, ABD’nin ön ayak olmasıyla, kendi içlerindeki “radikal” unsurları “Afgan cihadı”na yönlendirdi ve gidişlerini de bizzat organize etti. ABD ve onun etkisindeki İslâm ülkelerinin uyguladığı bu strateji, bir taşla en az iki kuş vurmayı hedefliyordu: Sovyetler’i Afganistan’dan sürüp çıkarmak ve bu arada, ileride sorun yaratması muhtemel “radikal” unsurlardan kurtulmak.

Sovyetler Birliği 1989’da Afganistan’dan çekilirken, artık birçok yönden yeni bir İslâm dünyası manzarası vardı. Afganistan’da kazandıkları savaş tecrübesiyle coğrafyanın dört bir yanına dağılan “mücahit”lerin örgütlü yapılanmalar için hazır insan kaynağına dönüşmeleri ve dünya düzeni içinde elde ettikleri sürpriz konum, bu manzaranın en çarpıcı rengiydi.

Kendi ifadeleriyle “Selefî-cihâdî” gruplar ve Selefî olmayan diğer silahlı hareketlerin hepsinin de ortak özelliği, barış dönemlerine dair zihinlerindeki belirsizlikti. Savaş ortamında olağanüstü işler çıkaran ve düzenli ordulara direnen bu gruplar, silahlar sustuğunda ortaya uygulanabilir ve sürdürülebilir bir siyasi proje koyamıyordu. Üstelik zihinler aşırı derece militarize olduğundan, savaşsız bir toplum içinde barınmaları mümkün değildi. Nitekim birçok bölgede silahlı hareketlerin marjinalleşmesinin, kendi aralarında çatışmaya girişmesinin, sivillere saldırmasının ve bu şekilde kaos ortamının devamına yardımcı olur hale dönüşmesinin altında yatan en büyük neden de buydu.

***

Günümüzde sadece Afganistan’ın değil, İslâm coğrafyasının neredeyse tamamının sorunu aynı noktada düğümlenmiş görünüyor: İslâm’ın savaşa ve barışa dair ahkâmını dengeli, tutarlı ve günün gerçeklerine uygun biçimde mezcedebilecek bir ufuk eksikliği. Müslümanlar, savaşa ve kavgaya kilitlenip kalmakla, savaşı ve kavgayı hayatın tamamen dışına iten fıtrat dışı bir hayalcilik arasında sarkaç gibi salınıyor. Bu da hem içerideki çatışmaları derinleştiriyor, hem de dışarıda ağzı sulanmış halde bekleşen işgalcilere davetiye çıkarıyor.

Bu karanlık tünelin ucu ise -maalesef- henüz görünmüyor.

Kaynak: Yeni Şafak

Makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 9902 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Taha Kılınç Arşivi