Yoksul ülkelerin yardıma değil, adalete ihtiyacı var
Zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki ilişkiye dair hikayeyi duymuşuzdur: Hikayeye göre OECD ülkeleri servetlerini daha yoksul üçüncü dünya ülkeleriyle cömertçe paylaşır ki yoksulluğun kökünü kazıyıp gelişmişlikte seviye atlasınlar.
Evet, müstemlekecilik devrinde batılı güçler kolonilerinin kaynaklarını sömürüp iş gücünü köleleştirmek suretiyle zenginleşmiş olabilirler. Fakat bunlar geçmişte kaldı. Bugünlerde ise cömertliklerinin bir nişanesi olarak her yıl 125 milyar dolardan fazla yapıyorlar.
Öylece kabul ettiğimiz bu hikayenin, yardım endüstrisi ve zengin dünyanın hükümetleri tarafından yaygın şekilde propagandası yapılıyor. Ama mesele göründüğü kadar da basit olmayabilir.
Amerika merkezli Global Finance Industry (GFI) ve the Centre for Applied Research at the Norvegian School of Economics geçtiğimiz günlerde ilginç datalar yayınladı. Her yıl müreffeh ve yoksul ülkeler arasında gerçekleşen mali kaynak akışını hesaplamışlar ki yalnızca yardım, dış yatırım ve ticaret değil; ilaveten borç silme, çalışanların hesabına yatırılan havale gibi karşılıksız para transferleri ve kayıt dışı sermaye kaçışı gibi kaynaklar... Bildiğim kadarıyla bugüne dek yapılmış en şümullü kaynak transferi değerlendirmesi bu.
Zengin ülkelerden yoksul ülkelere olan para akışının, tersi yöndeki trafiğin yanında sönük kaldığını ortaya koydular.
Mevzuubahis dataların kaydedildiği son yıl olan 2012'de gelişmekte olan ülkelerin dışarıdan 1.3 trilyon dolarlık yardım, yatırım ve gelir hasılası olmuş. Ama yine aynı yıl bu ülkelerden 3.3 trilyon dolarlık da çıkış olmuş. Başka bir ifadeyle, aldığının 2 trilyon dolar fazlasını dünyanın geri kalanına göndermiş. 1980'den itibaren tüm yılları ele alırsak net para çıkışının yekunu 16.3 trilyon doları buluyor: Bu, son çeyrek asırda gelişmekte olan ülkelerden elde edilen kazancın boyutunu gösteriyor. Rakamın boyutunun anlaşılması için, ABD'nin gayrisafi yurt içi hasılasının kabaca 16.3 trilyon dolar olduğunu belirtelim.
Yani o bildik gelişme hikayesi pek de öyle anlatıldığı gibi değil. Yardım aksi istikamete doğru akıyor. Zengin ülkeler fakir ülkeleri değil, fakir ülkeler zengin ülkeleri geliştiriyor.
Peki bu büyük para çıkışı nelerden müteşekkil? Bir kısmı borç ödemesi. Gelişmekte olan ülkeler sadece 1980 sonrası 4.2 trilyon dolar faiz ödedi. Doğrudan New York ve Londra'daki büyük bankalara giden bu transfer bu ülkelerin aldığı yardımı gölgeliyor.
Bir diğer husus ise yabancıların gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlarından elde ettikleri hasılatı kendi ülkelerine aktarmaları. Mesela BP'nin Nijerya'nın petrol yataklarından veya Anglo-American şirketinin Güney Afrika'nın altın madenlerinden sağladığı kârı bir düşünün.
Lakin şimdiye değin para çıkışının esas kısmını kayıt dışı ve çoğunlukla da yasa dışı sermaye kaçışı. GFI'ın hesabına göre gelişmekte olan ülkeler kayıt dışı sermaye kaçırılması sebebiyle 1980'den itibaren 13.4 trilyon dolar kaybetti.
Bu kayıt dışı çıkışların ekseriyeti uluslararası ticaret sisteminden neşet ediyor. Yabancı ve yerli şirketler paralarını gelişmekte olan ülkelerden gizlice vergi cennetlerine kaçırmak için düzmece faturalar (trade misinvoicing) düzenliyorlar. Bundaki amaç genellikle vergi kaçırmak ama bazen para aklamak yahut sermaye kontrolünü baypas etmek için de bu yol kullanılıyor. Gelişmekte olan ülkeler 2012 senesinde sahte faturalarla 700 milyar dolar kaybetti: Bu kayıp, gelişmekte olan ülkelerin o sene aldıkları yardımın beş katına tekabül ediyordu.
Çok uluslu şirketler, faturalarında "aynı fatura sahteciliği" (same-invoice faking) yapıp kârlarını iştirakleri arasında kaydırmak suretiyle de gelişmekte olan ülkelerden para araklıyorlar. Yani karşılıklı olarak iki taraf da fatura fiyatlarıyla oynuyor. Mesela Nijerya'daki bir iştirakçi, parasını fiilen sıfır verginin olduğu ve çalıntı sermayelerin izinin sürülemediği Britanya Virgin Adaları'ndaki bir diğer iştirake kaydırarak yerel vergilerden kaçabilir.
GFI "aynı fatura sahteciliğine" hesaplarında yer vermiyor, zira saptaması çok zor. Ancak bunun da yılda ilave 700 milyar dolarlık bir kayba tekabül ettiğini tahmin ediyorlar. Kaldı ki bu hesaplamalara yalnızca mal ticaretindeki hırsızlık dahil. Şayet hizmet ticaretindeki hırsızlığı da eklersek toplam net kaynak çıkışını yıllık 3 trilyon dolara yükseltiyor.
Bu rakam, yardım bütçesinin 24 kat fazlası oluyor. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan ülkeler aldıkları her 1 dolarlık yardımın karşılığında 24 dolar net para çıkışı yaşıyor. Bu para çıkışları gelişmekte olan ülkeleri ciddi bir hasıladan mahrum bırakıyor. GFI raporlarına göre giderek artan net para çıkışları, gelişmekte olan ülkelerin iktisadi büyüme oranlarının gerilemesine sebep olurken hayat standardındaki düşüşün de doğrudan suçlusu.
Bu felakette kabahat kimin? Problemin büyük bir parçasını teşkil eden illegal sermaye kaçışlarında başlamak yerinde olacaktır. Faturaları hakkında yalan söyleyen şirketler apaçık kusurlu fakat bu işten paçalarını kurtarmaları niye bu kadar kolay? Geçmişte gümrük memurları şüpheli görünen muameleleri (transactions) geciktirebilip üçkağıtçılığı neredeyse imkansız kılabiliyorlardı. Mamafih, Dünya Ticaret Örgütü bunun ticareti zorlaştırdığını iddia etti ve 1994'ten sonra gümrük memurlarının, şüpheli haller haricinde, faturalı fiyatları itibarî değeriyle kabul etmesi mecbur kılındı; böylece illegal para çıkışlarını saptamaları zorlaştı.
Yine de illegal sermaye çıkışı vergi cennetleri olmasa mümkün olmazdı. Ve mesele vergi cennetlerine geldiğinde suçluları tespit etmek hiç de zor değil: dünyada bu vergi cennetlerinden 60 kadar mevcut ve bunların da kahir ekseriyeti bir avuç batı ülkesinin kontrolünde. Avrupa'da Lüksemburg ve Belçika, Amerika'da ise Delaware ve Manhattan gibi vergi cennetleri var. Fakat şimdiye dek bu vergi cennete şebekesinin en büyüğü, Britanya Taç Toprakları ile Britanya Deniz Aşırı Toprakları'ndaki vergi cennetlerinin de kontrolünün sağlandığı Londra'dır.
Yani en başta yaptıkları dış yardımların reklamını yapmaya bayılan ülkeler gelişmekte olan ülkelerdeki devasa finans hırsızlığını mümkün kılanlar.
Bu tersi yöndeki para akışı ortadayken o bildik yardım hikayesine inanmak biraz safdillik olur. Şurası açık ki yapılan yardımlar dünyadaki kaynakların kötü dağıtımını perdelemekten fazlasını yapmıyor. Parsayı toplayanların yardım ediyormuş gibi görünmelerini sağlayıp onlara ahlaki bir üstünlük bahşederken bizim gibi global yoksulluğu umursayanların bu sistemin esasen nasıl çalıştığını anlamaya çalışmasına da mani oluyor.
Yoksul ülkelerin yardıma değil, adalete ihtiyacı var. Adaleti temin etmek de zor değil. Mezkur ülkelerin ifrata kaçan borçlarını silebilir, böylece eski borçlarından doğan faizleri ödemek yerine kaynaklarını gelişimlerine sarf etmelerini sağlayabiliriz. Vergi cennetlerini kapatabilir, bankacılara ve bu illegal para akışlarını mümkün kılan muhasebecilere cezalar tatbik edebiliriz. Kurumlar vergisini global çapta asgari bir seviyede tutup şirketlerin paralarını gizlice dolaştırmaya cüret etmelerine engel olabiliriz.
Meseleyi nasıl çözeceğimizi biliyoruz. Fakat meselenin halli, mevcut sistemden ciddi faydalar sağlayan güçlü bankaların ve menfaatlerine çomak da sokacaktır. Asıl soru, cesaretimiz var mı?
Mustafa Doğan, Dünya Bülteni için tercüme etti.