David Hearst

David Hearst

Bağdadi öldü ancak Batı bölgedeki ateşi körüklemeye devam ediyor

Bağdadi öldü ancak Batı bölgedeki ateşi körüklemeye devam ediyor

Bağdadi öldü ancak Batının inatla diktatörlere arka çıkması bölgedeki ateşi körüklemeye devam ediyor

Batı dünyasının Ortadoğu politikasının özü, ABD’nin Irak’ı 2003’te işgal ettiği tarihten bu yana hiç değişmedi.

ABD Savunma Bakanı Mark Esper’a geçtiğimiz günlerde, Ebubekir Bağdadi’nin öldürülmesiyle alakalı Başkan Donald Trump’ın “tünele kaçtı, ağlayıp yalvararak öldü” ifadelerini teyit edip edemeyeceği sual edilince, Esper; “bunu yapamam, söz konusu detaylara vakıf değilim” diye cevap verdi.

Hayatında hiçbir askeri tecrübesi bulunmayan, helikopterlerden çekilmiş görüntülerden müteşekkil “gerçek hayat” filmini izleyen Trump, nedense operasyon esnasında karada neler yaşandığını tiyatrolaştırma ihtiyacı duydu.

Başkumandana bu muazzam detayları belki de deniz piyadelerinin Bağdadi’nin peşinden saldığı “muhteşem” köpek haber vermiştir.

ABD’nin Bağdadi’nin ölümü üzerine gösterdiği tepki geçmişte de benzer şekillerde verilmişti. Ne zaman El Kaide veya IŞİD lideri öldürülse Batı dünyası artık problemin ortadan kalktığını ilan etme hatası yapmıştır.

Aslında yapılması gereken, tekrar ve tekrar daha önce ismi duyulmamış aktörlerin güç ve ün sahibi olmasının altında yatan sahadaki vaziyeti ve şartları değerlendirmek olmalıdır.

Görev Tamamlandı mı?

Eski Ahit’teki intikam sahibi tanrının tek bir hamlede bir şeyleri bitirmesi gibi bir havayla El Kaide ve IŞİD’in sonunun geldiği fantezisine Trump’tan önce birçok lider de kendini kaptırmıştı.

George Bush, Tony Blair, Vladimir Putin, Nicholas Sarkozy ve David Cameron da ülkelerinin Ortadoğu’daki sayısız müdahalelerinin ardından “görev tamamlandı” açıklamaları yaptılar. Bu isimlerin yaptıklarının sonuçlarını bizler bugün gözlemlemekteyiz: Suriye tamamıyla yok edildi ve kalıcı bir işgale altında, Yemen ve Libya iç savaş neticesinde yerle yeksan oldu ve Irak sakat kaldı.

Bağdadi dahi Bush ve Blair’in 2003’te aldığı Irak’ı işgal etme kararının direkt bir ürünüdür.

Birçok Iraklı gibi Bağdadi de Irak Sünnilerinin ABD işgaline direniş hareketine katıldı. Cemaati Ceyşül Ehli Sünnet vel Cemaat (JJASJ) isimli örgütün kurucularından bir tanesi oldu.

Felluce’de yakalanıp Ebu Gureyb ve Bucca Kampında (daha sonra bu kampa 'cihat yanlılarının üniversitesi' lakabı verilmiştir) toplamda on aydan kısa bir sürede salıverildi.

Eskiden futbol oynayıp, vasat bir din adamı olarak yaşayan ve herhangi bir önemi olmayan Bağdadi esareti sona erdikten sonra bir anda gözlerden kayboldu.

ABD’nin 2011 yılında Irak’tan çekilme kararı aldığı zamanlar Bağdadi’nin başında olduğu İslam Devleti (İD) o derece önemsiz görülüyordu ki liderlerinden bir tanesinin başına konulan ödül 5 milyon dolardan yüz bin dolara kadar düşmüştü.

O dönemki CIA direktörü John Brennan, İD’nin “neredeyse tamamıyla bitirildiğini” ve sadece 700 üyesinin olduğunu ifade etmişti. Brennan haklıydı. İlk önce aşiretler düzeyinde cereyan eden Sahve -Aydınlanma- hareketi daha sonra da 2011’deki Arap Baharı furyası neticesinde İD kendi Sünni tabanından kopuk hale geldi ve hatta El Kaide tarafından da reddedildi.

Arap Baharının Ezilmesi

Bağdadi’nin imdadına yine ABD’nin bölgedeki müttefikleri yetişti. Bu müttefikler Mısır’ın demokratik seçimlerle iktidara gelen ilk lideri Muhammed Mursi’yi askeri bir darbe (ABD, Muhammed Mursi’nin tutuklanıp hapse atıldığı olayları resmi olarak bir askeri darbe ilan etmedi) ile indirme kararı aldılar.

2013 yılında Suudi Arabistan ve BAE’nin elleriyle Arap Baharının ve dolayısıyla da milyonlarca Arap vatandaşın barışın demokratik ve barışçıl yollarla gelebileceğine dair umutlarının ezilmesi, genelde İD ve özelde Bağdadi için adeta insanın kolunu sıyıran bir mermi niteliğindeydi.

İD ve temsil ettiği fikir dizleri üzerine çökmüşken, bu gelişme hem Bağdadi’ye hem de organizasyonuna adeta bir hayat öpücüğü oldu. Mezhebe dayalı nefretle dolu olan Irak’ta ve Suriye’deki iç savaş arenasında onların kullanabileceği sonsuz bir yabancı savaşçı potansiyeli zuhur etti.

Bugün, Trump, Bağdadi’nin ölümünü bizlere bir dönüm noktası olarak arz ederek aynı hata tekrar yapılmaktadır.

Bağdadi gibi insanlara ve İD gibi gruplara hayat veren vaziyet ve koşullar bir kez daha başarılı avlarının ihtişamını göstermek isteyen ve önündekinden ötesini göremeyen liderler tarafından göz ardı edilmekte, önemsiz sayılmaktadır.

Göz ardı edilen söz konusu şartlardan bir tanesi de kontrol mekanizması olarak diktatörlüğe Batı'nın mutlak ve kararlı surette inanmasıdır.

Sahadaki şartlardan bir diğeri de bu diktatörlerin ülkelerinin gelişmesinin önünü açacak bir idare modeli inşa etme hususunda gösterdikleri mutlak becerisizliktir. Üçüncü bir şart ise Arap dünyasındaki milyonlarca insan tarafından tecrübe edilen mali ve sosyal rahatsızlıkların en üst raddeye ulaşmasıdır.

Bundan sekiz yıl önce Arap Baharı olaylarını tetikleyen aynı şartları bugün Bağdat sokaklarında görmekteyiz. Iraklılar, mezhepçi hükümete, elektrik kesintilerine, temiz su bulunmamasına, eğitim, sağlık ve güvenlik hususlarındaki çöküşe karşı bir isyan içindedir.

Kimisi ABD, kimisi İran tarafından desteklenen siyasetin seçkin isimleri birbirlerinin boğazına sarılmış vaziyette de olsa ülkenin rızkını çalmaktan geri durmamaktadır. Irak’ta petrolden sağlanan büyük bir gelir olmasına rağmen tek bir büyük çaplı altyapı projesi dahi yoktur.

ABD’nin Irak’ta bıraktığı manzara budur

Gözünüzü eğer biraz öteye kaydırırsanız bu sefer de toplumsal nefret ile çalkalanan Lübnan’ı; üçe bölünen Suriye’yi; Muhammed bin Selman’ın dört yıl önce başlattığı “yıldırım saldırısı” nedeniyle en az Suriye kadar bölünmüş vaziyetteki Yemen’i; Trablus’a girmeyi bir türlü başaramayan Halife Hafter’i; halkın ve ordunun gösterilerde birbiriyle çatıştığı Cezayir’i görebilirsiniz.

Bu felaketi körükleyen batılı politikaların hiçbirisi değişmedi. Kendisinden önceki başkan Obama gibi Trump da ABD askerlerini Orta Doğu’dan çekeceğini söyleyip durdu.

Suriye’den askerleri çekeceğini ilan etmesinin ertesi günü Suudi Arabistan’a 2000 ek asker gönderdi.

ABD, Bağdadi’nin ölümünün ardından Suriye’nin doğusundaki petrol yatakları civarında bulunan askeri varlığını güçlendirmeye başladı. Daha dün Suriye’den asker çekeceğini açıklayıp hemen geri adım atan Trump ertesi gün; “petrolü bırakmayız, bunu hep demişimdir. Petrolün güvenliğini sağladık” dedi. Trump amacının, Suriye’deki petrol gelirlerinden ABD’nin payına düşeni garanti altına almak olduğunu ifade etti.

Hakkını vermek gerek, Trump hiç değilse kendinden önceki liderler gibi dudağına “insani değerler” rujunu sürmüyor ancak yine de Batı dünyasının Orta Doğu politikasının özü 2003’ten bu yana değişmedi. Bu politika aşağı yukarı şudur: Cezayir’i, Yemen’i, Libya’yı, Suriye’yi boş ver. Oralar zaten batmış ve bir önemleri de yok zaten. Sadece Kudüs ve Kahire’ye odaklan. Eğer bu ikisinde sorun yoksa neyi dert ediyoruz ki?

Burada da yine aptallık ve körlük adeta hangisi daha etkili olacak diye birbiriyle kavga ediyor.

Arap dünyasının dört bir tarafından gördüğümüz olayların bu iki noktaya da ulaşmayacağına dair elimizde bir garanti mi var? Trump’ın en gözde diktatörü, “katil” Abdülfettah el-Sisi’nin çürümekte olan iktidarı altındaki Mısır’ın sözde istikrarına bir göz atalım.

Batı'nın Mısır hususundaki kötü idaresi

İlk olarak, Sisi ile onun en büyük destekçisi Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın arasında artık soğuk rüzgarlar esmektedir. Suudi bir üst düzey yetkilinin bana söylediğine göre Mısır’a gönderilen bedava petrol artık gitmiyor. Sisi, Irak başbakanını Kahire’de ağırlarken bu yüzden Muhammed bin Selman’a ağız dolusu küfür etti. Mısırlı lider büyük ihtimalle Irak’tan bedava petrol koparma peşindeydi.

Mısır’ın dış borcu git gide artmaktadır. Mısır Merkez Bankasının resmi verilerine göre, Mart sonunda 106.2 milyar olan borç Haziran ayının sonunda 108.7 milyar dolara ulaştı. Bu borç sadece geçtiğimiz yıl içinde 16 milyar dolar arttı.

Mısır ordusuna memnun etmek için verilen imtiyazların masraflarını karşılamak amacıyla devam eden yanlış mali idare devasa boyutlara ulaştı. Sisi’nin kontrolündeki Mısır, yabancı yatırım hususunda adeta bir kara delik gibi önüne geleni yutmaya devam etmektedir.

İçerde ise Mısır halkı her aybaşı daha da fakirleşiyor. Binlerce göstericinin ülke çapında sokaklara çıkması ve ülkedeki tüm siyasi cenahlardan yüzlerce kişinin tutuklanması ve hapsedilmesi sadece Muhammed Ali örneğinde olduğu gibi doğru noktadan gelecek birkaç cümleye bakmaktadır.

Sisi’nin iktidarı işte bu derece saldırıya açık bir vaziyettedir. Ancak şu ana kadar yaşanan bütün bu olaylar, Mısır’da hayat memat meselesi olan ülkenin su ihtiyacının giderilmesi hususunda yaklaşmakta olan sorunlar karşısında hiçbir şeydir.

Baraj Sisi’ye yazık edecek

Etiyopya’nın elektrik üretmek amacıyla devasa bir baraj inşa etme projesi uzun süredir gündemde olan bir meseledir.

Bu proje Muhammed Mursi’nin görevde kaldığı kısa süre içinde 2012’de Mısır tarafından reddedilmişti. Sisi’nin Etiyopya ve Sudan ile bir ön mutabakat imzalamasının ardından ise baraj projesine hız verildi.

Proje üzerine gerçekleştirilen müzakerelerde Mısırlı temsilcilere Etiyopya’nın Nil’i besleyen suları geçici bir süre kesme niyetinin olduğu arz edildi. Barajın arkasındaki gölün dolmasının üç yıl süreceği, bunun ardından da Mısır’a akan suların normale döndürüleceği iletildi. Mısırlı sulama uzmanları 2015 yılında yaptığı açıklamalarda bu talebin büyük sorunlara neden olacağına dair endişelerini dile getirdi.

Mısır ile Etiyopya arasında gerçekleşen müzakerelerin detaylarına vakıf olan Mısırlı bir uzman Middle East Eye'e (MEE) verdiği röportajda şu ifadeleri kullanmıştı: “Eğer baraj Etiyopyalıların istediği gibi üç sene içinde doldurulursa, Nil’in Mısır sınırları içindeki su seviyesi o kadar düşecektir ki tarım alanlarına su ulaştıran pompalar ve boruların çoğu gözle görülebilecektir.

Su seviyesi bu kadar düştüğünde, Mısır’ın en verimli yerleri olan Nil Deltası nehir suyunun az olması nedeniyle denizden gelen suyla dolacak, dolayısıyla neredeyse tüm Delta toprakları tuzlu ve tarıma elverişli olmayan bir hale gelecektir.”

Uzman, Mısır’daki dönemsel yağışların az olması nedeniyle yeraltı sularının Nil’in akışıyla yenilendiğini, dolayısıyla nehrin su seviyesinin düşmesi halinde yeraltı sularının yenilenmeyeceğini açıkladı. Mısırlıların ayrıca Etiyopya’nın inşa edeceği barajın sadece elektrik üretimi için kullanılmayacağına dair de birtakım endişeleri var.

Aynı uzman bu hususta da şunları söyledi: “Etiyopyalılar resmi olarak suyun tarım için kullanılmayacağını söylemekte ve üç yıl sonra Mısır’daki su seviyesinin bugünküyle aynı seviyeye geri geleceğini iddia etmektedir.

Bu doğru değildir. Etiyopyalılar baraj civarındaki devlet arazilerini uzun zamandır zaten yabancı yatırımcılara satıyordu. Şimdi yerel yatırımcılara da satmaya başladı. Normalde Mısır’a akması gereken suyun %20-30’unu kendilerine yönlendirecekler ki bunun da Mısır üzerindeki ağır bir etkisi olacaktır zira Mısır’ın başka bir su kaynağı yoktur.”

Mısır’da gerçekleşebilecek olası felaket senaryoları içinde Mısırlıları Avrupa’ya doğru göç etmeye mecbur bırakacak bir durum varsa işte o budur.

Büyüyen kaos

Filistin’de de Batı'nın ilerde ödemek zorunda kalacağı hesabı daha da kabarttığını görebiliriz. İsrail’deki sağcılar iktidara gelebilmek için birbiriyle mücadele etmektedir. Filistinlilerin etnik temizliği artık meşru bir halk isteği haline geldi. Bu istek, hem dini hem de seküler kesim, özellikle de Avigdor Lieberman tarafından utanmadan ve hatta şevkle dile getirilmektedir.

Trump yönetiminin detaylarını bir türlü açıklayamadığı meşhur planının bağımsız bir Filistin devleti kurulması meselesinin masadan kaldırdığını herkes gibi İsrailli sağcılar da bildiği için şu anda kendilerini güvende hissetmektedirler.

ABD’nin bu yaklaşımı da istikrarı getirecek bir formül değildir. Tüm bölgede cereyan eden toplum hareketlerinin ve genel gerginliğin Batı dünyasının üç ana yatırımı olan İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan’ı es geçeceğine dair yapılan varsayım sizce ne kadar doğrudur?

Suudi Arabistan’ın en önemli iki petrol tesisinin hedef alındığı saldırılar göstermiştir ki Batı dünyasının bölgede kullandığı ülkeler, Körfez’deki komşularından gelecek tehditlere sonuna kadar açıktır.

Bir adamın ölmesi çok az şeyi değiştirir. Bu bölgedeki dış etki büyük ölçüde kötü niyet çerçevesinde orada bulunmaktadır. İşgaller, müdahaleler, diktatörlerin ve mezhep ayrılıklarının desteklenmesi … kısacası hiçbir şey değişmedi. Herkesi içine alacak ölçekte bir kaos daha da büyümeye devam etmektedir.

Batı, bu ateşleri söndürmek yerine körüklemeye acaba ne kadar daha devam edecek?

MEE Genel Yayın Yönetmeni David Hearst tarafından kaleme alınan makale, Mepa News okurları için Türkçeleştirilmiştir

Bu yazı toplam 16034 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
David Hearst Arşivi