Kaan Çeben

Kaan Çeben

Ekber Şah'tan Suudi rejimine: Dinler arası diyalog ve İslam'a karşı savaş

Ekber Şah'tan Suudi rejimine: Dinler arası diyalog ve İslam'a karşı savaş

Suudi Arabistan'da neler olduğunu anlayabilen var mı? Kimimiz zindanlara atılan İslam alimlerinin sayısını tutmaya çalışırken, bir kısmımız Muhammed bin Selman'ın reformlarını tartışıyor. Dünyanın dört bir yanında İslam dininin içi boşaltılıyorken, insanlar Suud'da olanların aslında Türkiye'de ya da Mısır'da olanlarla aynı şey olduğunu bir türlü kavrayamıyor.

Bugün zahiren Muhammed bin Selman ile başladığını düşündüğümüz hadiseler, aslında Suud'un kuruluşu ile başladı. Ardından Kral Abdullah ve Bush koalisyonu ile farklı bir evreye geçiş yapan ve Muhammed bin Selman ile de zirve noktasını yaşayan bir programa şahitlik ediyoruz.

Bu yazıda bahsi geçen vetirenin Kral Abdullah-Bush koalisyonu evresini, bazı tarihsel karşılaştırmalarla ele alacak ve okuyucunun beğenisine sunacağım. Başarıya ulaştıran sadece ve sadece Allah azze ve celle'dir.

Babür Kralı Ekber Şah ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah

"En az 500 kişiyi barındırabilecek dikdörtgen şekilli büyük bir binaydı. Çok sayıda odası ve balkonu vardı. Her tarafta salonlar vardı ve odalar birbirinden perdeler, duvar halıları ve korkuluklarla ayrılmıştı." (Vincent A. Smith, Journal of the Royal Asiatic Society, 1917 Ekim)

ekber.jpg

Bu, 16. yüzyıl Babür İmparatoru Celaleddin Muhammed Ekber'in 16. yüzyılda yaptırdığı ibadethanenin veya "Umumi ibadet evinin" kısa bir tanımıdır. Resimdeki ise bu evin bir minyatürüdür. 1575'de kurulan bu ibadethane, Ekber'in Fatehpur Sikri'deki sarayının içerisindeydi. "Aydın, ılımlı ve tüm dinlere saygılı" bir kral olduğunu beyan eden Ekber, başlangıçta bu ibadethaneyi Sünni Müslümanlarla ilgili güncel meselelerin tartışılacağı bir buluşma yeri olarak açmıştı.

Üç yıl içinde (1578'e kadar), Sünni ulemanın görüşlerinden artık tatmin olmayan Ekber, İbadethane'nin kapılarını Hıristiyanlara, Yahudilere, Hindulara, Zerdüştilere, Jainlere, Sihlere ve Budistlere sıcak bir karşılama ve hoşgörü ile açtı. Ekber, sarayında "zengin ve çeşitli" görüşlerin serbestçe akmasını sağlamak ve bu dinlerden birisine müntesip olabilmek için diğer dinleri reddetmek mecburiyetini ortadan kaldırmak için "Din-i İlahi" olarak bilinen bir dizi düzenlemeyi yürürlüğe koydu.

Bu yazının nereye varacağını anlamak bu örneklerden sonra daha da kolaylaşmış olsa gerek. Kral Abdullah, kendi ibadethanesini kurma veya dinler arası münasebetleri İslam'ın emrettiği sınırların dışına taşıyacak konferanslar düzenleme silsilelerini başlatan isimdi. Ayrıca sadece dinsel reformlarla ilgili 2007 kararnamesi ile değil aynı zamanda tartışmaya açık bir dizi başka düzenleme yayınlayarak kendi Din-i İlahi'sini de harekete geçirerek Ekber'in ayak izlerini takip ettiğini beyan etmiş oldu. Bunları biraz açalım:

Abdullah'ın dinler arası diyalog çalışmaları, Eylül 2001'den sonra hızlanarak arttı. ABD'li politika yapıcılar ile korkakça uzlaşan din adamları sebebiyle dinler arası konferanslar ve diyalog geliştirme olgusu yavaşça ülkenin gündemine girebildi. Abdullah ve avanelerinin ortaya attığı bu fitneler, Suudi Arabistan'ın kendi şerefli uleması tarafından büyük bir tepki ile reddediliyordu.

11 Eylül sonrasında Suudi rejiminin gerçek yüzü gerçekten ortaya çıktı. Suudi Arabistan'ın diğer dinlerle diyalog çağrılarını başlatması, sadece İslam dinine saygısızlıklarının değil, aynı zamanda dini kendi isteklerine göre değiştirme cesaretinin de bir göstergesidir. Eylül 2001 sonrası büyük bir ivme ile yükselen mücahit ve hak ulema düşmanlığı da doğrudan bu girişimlerle alakalıdır. Unutulmamalıdır ki dünyada geçerli bir "terörizm" tehdidi olmasaydı, Abdullah'ın diyalog çağrıları gerçekleşmezdi. İşte mücahit düşmanlığının sebeplerini kanıtlamak ve yapılan işkenceleri temize çıkarmak için bu tür çağrılar başlatılmış ve yayılmıştır. "Terörizm" ve "terörist" algısı, dinler arası çağrılar ile birbirini itekleyen iki unsur gibi çalıştırılmıştır. "Terör algısı" yükseltildikçe Suud hükümetinin işkence ve keyfi tutuklamalar gibi hukuk ihlalleri meşrulaştırılabilmiş (?), aynı zamanda dinler arası çağrılar da "terörizm" algısı üzerine bir alternatif yaklaşım olarak ikame edilebilmiştir.

Hataları tekrarlamamak, aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için tarihimizdeki örnekleri dikkate almalıyız. Bu nedenle yazının devamında Ekber'in "Din-i İlahi"si ile Abdullah'ın dinler arası çağrıları arasındaki benzerlikleri karşılaştırmaya çalışacağım.

Benzerlik noktalarına geçmeden önce, 11 Eylül öncesinde Suudi ulemanın dinleri bir araya getirmeye yönelik bu tür çağrıları açıkça reddettiğini vurgulayalım. Üç büyük din arasında barış yapılması ve Müslüman topraklarında gayrimüslim ibadethaneler inşa edilmesi konusunda "kitle iletişim araçlarında yayılan araştırma, görüş ve yazılara" yanıt olarak, "Mezheplerin Birleştirilmesi Çağrısına Karşı Fetva" başlıklı ünlü bir fetva yayımlandı. Fetva İslam Araştırmaları Başkanlığı tarafından yayımlandı. Bu fetva, Abdullah'ın tüm dinleri uzlaştırma hamlesini haklı gösteren tüm hususları reddediyor. Bahsi geçen bazı noktaların üzerinden geçeceğiz.

(Not: Suudi Arabistan Krallığı İslam Araştırmaları Başkanlığı ve Büyük Alimler Konseyi Genel Denetimindeki IFTA Riyad Tarafından Yayınlanan, "Dinlerin Birleşmesi Çağrısına Karşı Fetva", Fetva No: 19402, 25 Muharrem 1418H. Bu fetvayı Abdülaziz İbni Baz, Abdulaziz İbni Abdullah Alu'ş Şeyh Abdullah, Salih İbni Fevzan el-Fevzan ve Bekir İbni Abdullah Ebu Zeyd verdi. 1997'de, Abdullah iktidara gelmeden önce yayınlanmıştı. Tartışılan olgunun aynı olması nedeniyle bu fetvayı bir referans noktası olarak kullanıyorum.)

Birincisi, bu tür aşağılayıcı konferanslara katılmak değil, ilk etapta bunun için çağrı yapmak meselesi var. Buna cevaben dönemin Suudi uleması, bu tür sapmaları yüksek sesle yasakladı: "Eğer bu (birleşme) çağrısı bir Müslümandan gelseydi, İslam inancının ilkeleriyle çeliştiği için bu, İslam'dan açık bir ridde (dönme) olarak kabul edilirdi." Bu fetva yayınlandıktan tam on bir yıl sonra Kral Abdullah iktidara geldi ve fetvanın doğrudan muhatabı olacak amelleri işlemeye başladı. Bu amelleri işleyenin Müslüman dahi olamayacağını söyleyen bu alimler ise, Kral'ın Müslüman olmadığını söylemek bir yana, yapılanları kınamaktan dahi çekindiler.

Ulemanın Abdullah'ın iktidarından önce vermiş olduğu bu fetvalar, Abdullah'ı bu diyalog işlerinden caydırmak için yeterli değilmiş gibi, Kral, dinler arası tartışmalardaki liderlik rolünü meşrulaştırmaya devam etti. Temmuz 2008'de Madrid Dünya Diyalog Konferansı'nda şunu iddia etti: "Bizi birleştiren ortak paydalara, yani dinin özünü oluşturan derin Allah inancına, asil ilkelere ve yüce ahlaki değerlere odaklanmalıyız." (16 Temmuz 2008'de Kral Abdullah'ın Madrid Dünya Diyalog Konferansında yaptığı açılış konuşmasından)

Abdullah'ın bu sözlerine, Büyük Alimler Konseyi 1418 Hicri (1997) yılında Abdullah bu sözleri henüz sarf etmeden önce cevap vermişti:

"Bu tür şeytani davetlerin kaçınılmaz sonucu şudur: İslam ile küfür, hak ile batıl arasındaki farkların iptali ve emirlerin tamamen reddedilmesi." (Dinlerin Birleşmesi Çağrısına Karşı Fetva'dan)

Böylece ulema, bizi bir araya getiren şeylere boyun eğmek yerine farklılıklarımızı ortaya çıkarmanın gerekliliğini vurguluyordu.

Görünüşe göre Abdullah bunu anlamamış ve "İnsan bu gezegende eşit ve ortak yaratılmıştır. Din farklılıkları bu ortaklığın önüne geçmemelidir." (Suudi-ABD İlişkileri, Birlik Çağrısı: Kral Abdullah BM'ye Hitap Ediyor, 13 Kasım 2008) diyerek tüm dinleri eşitlediğini ilan etmiştir. Abdullah, İslam dışındaki dinlerin mensuplarına sevgiyle kollarını uzatarak, İslam'ın tüm dinlerin en muazzamı olduğunu da inkar etmiştir. Bu açıklaması aynı zamanda "dinlerin üç olduğunu, yeryüzündeki insanların bu dinlerden istediklerini eşit olarak benimseyebileceklerini ve İslam'ın kendisinden önceki dinlerin yerine geçmediğini ciddi bir şekilde kabul ettiğini" ima etmektedir. ("Dinlerin Birleşmesi Çağrısına Karşı Fetva")

Abdullah bir adım daha ileri giderek, "Barışı, adaleti ve hoşgörüyü seven herkese elimizi uzatacağız" (Suudi-ABD İlişkileri: Birlik Çağrısı: Kral Abdullah Konuşuyor - BM) iddiasında bulunmuştur. Aslında bu, açıkça Allah'a düşmanlık edenlerle barışmaktır. Müslüman topraklarını merhametsizce yağmalayanlarla el ele tutuşmaktır. 14. yüzyılda yaşamış bir Bizans imparatorunun ifadesiyle, "Bana Muhammed'in getirdiği yenilikleri gösterin, orada sadece kötü ve insanlık dışı şeyler bulacaksınız, mesela tebliğ ettiği inancı kılıçla yayma emri gibi." (BBC Haberleri, Papa'nın Konuşması Müslümanları Öfkelendiriyor, 14 Eylül 2006, Perşembe) iddiasında bulunanlarla aynı yatağa girmektir. Peygamberimize sallallahu aleyhi vesellem, bir değil birçok kez hakaret eden ve alay edenlerle hiçbir meselemiz yokmuş gibi normalleşmektir. Halbuki Batı dünyasının arzularına ulaşmalarını, amaçlarına ulaşmalarını, İslam'ın bağlarını koparmalarını ve İslam inancının esaslarını eğip bükmelerini sağlamak için onlarla yapılan bu tartışmalar, toplantılar ve diyaloglar geçersiz sayılmaktadır ve bunlar Allah azze ve celle, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ve bütün müminler tarafından reddedilmektedir.

Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma! Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarıyla ilgili olarak onlara karşı dikkatli ol! (Verdiğin hükümden) yüz çevirirlerse, bil ki Allah ancak günahlarının bir kısmı sebebiyle onlara sıkıntı vermek ister. İnsanların birçoğu yoldan çıkmışlardır." (5:49)

Abdullah Batı dünyasını yatıştırmak için neden bu kadar ileri gitti dersiniz? Abdullah kendi ifadesiyle, "uyumun çatışmanın yerini alacağı" yeni bir sayfa açmak istiyordu (Kral Abdullah, Madrid'deki Dünya Diyalog Konferansında Açılış Konuşmasından). Mesele şu ki, böylesine aşağılık tartışmalara girerek Müslümanlar ile kafirler arasındaki yabancılaşma engellerini günümüzden 30 yıl önce aktif olarak kırmaya başlamıştı. Böylece yeryüzünde Allah'ın kelimesini yüceltmek uğruna ne sadakat, ne cihat, ne de mücadele gerçekleştirecek bir taife kalmayıversin.. Abdullah'ın konuşmalarının ana teması dinleri birleştirmek ve onları bir araya getiren şeye odaklanmak olmuştur. Böylece aslında Kuran'ın "kendilerinin işine gelmeyen" ayetleri ve İslam'ın diğer yönleri, "ılımlı" Müslümanlar için Batı dünyasına karşı bir "utanç" sebebi oldukları için ortadan kaldırılabilir bir kisveye indirgenebilsin. Bu ayetlerden kurtulamadıkları takdirde, Suudi ailesinin kalıcı iktidarı ve onları besleyen ABD-İsrail koalisyonunun hedeflediği noktaya kadar İslamı eğip bükmeye ve onu yanlış yorumlamaya devam edeceklerdir. Bu bağlamda, Ekber ile Abdullah arasındaki benzerliklerden bazılarını maddeler halinde vurgulamak istiyorum. Diğer dinleri yatıştırma, onların alimleri kovma, İslami eğitime müdahale etme ve ribayı (faizi) teşvik etme konusundaki görüşleri olmak üzere dört genel konuya odaklanacağım.

1) Öncelikle Ekber, yeni bir din yaratma arzusunu asla alenen dile getirmedi.

Ekber, daveti altındaki tüm dinlerin herkes için geçerli olan "olumlu" ve "ılımlı" yanlarını bir araya getirmek ve bu düzen üzere onları birleştirmek istiyordu. Dinler arasında çatışmaya sebep olabilecek olan kısımları ortadan kaldırmayı istiyordu. Böylece herkes belli bir dereceye kadar diğerleri tarafından kabul edilebilirdi. İslam'ın farklı yönlerini değiştirerek aslında yeni bir din meydana getirmeye çalıştığını söylemek mümkün olsa da, vurgulanması gereken nokta, Ekber'in bile ne kadar sapkın olursa olsun, İslam dinini yok etmek istediğini açıkça iddia etmemiş olmasıdır.

Oysa İslam'ın sadece bir yönünü değiştirmek dahi, Allah azze ve celle'nin katında İslam dinini reddetmekle eşdeğerdir.

"O halde siz Kitabın bir kısmına inanıp geri kalanını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezillikten başka ne olur ve onlar Kıyamet Günü'nde en büyük azaba uğrayacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir." (2: 85)

Benzer şekilde, halefi Selman gibi Abdullah da İslam'dan nefret ettiğini hiçbir zaman açıkça söylememiştir. Zira böyle yapsalardı insanların onlar hakkındaki düşünceleri çok daha net olabilirdi. Aksine, bu insanlar halklarına karşı son derece dindar bir görüntü ortaya koymaktalar. Lakin dinin bazı hassas olabilecek kısımlarını Amerikan doları karşılığında kendi alimlerine diledikleri gibi yorumlatabiliyorlar.

"Doğru yola karşılık sapıklığı satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticaretleri kar etmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır." 2:16

Makhanlal Roychoudhury'nin Ekber'in dinini detayluca anlattığı eserinde aktardıklarına bakacak olursak, Ekber'e göre, Din-i İlahi mensupları için özel bir cami bulunmaması ve günde en az üç vakit namaz kılmaları, Ekber ve takipçilerinin İslam dairesi içinde olduklarına delil sayılmaktaydı. Bu bilgiler onun dininin sapkın bir tasavvuf tarikatından ibaret olduğuna dair yeterli delildir. Ancak o, sadece İslam'daki namaz vakitlerine karışmakla kalmamış, aynı zamanda günlük hayatına çeşitli inançlar da benimsemiştir: Ekber ve dini hakkında detaylı bilgi edinmek açısından Roychoudhury'nin eseri kuvvetle tavsiye edilebilir.

ekber2.jpg

Ekber'i daha iyi tanımak için bir pasaj daha aktaralım:

"Akıl ruhuna sahip meraklı bir araştırmacı olarak, Hindu simyasını ve tıbbını öğrendi ve Yoga sistemlerini geliştirdi. Orta Asyalı atası gibi, astronomiye ve astrolojiye inanıyordu ve Zerdüşt Mobed ile olan ilişkisinden sonra, yaşamın şimşek ateşiyle veya Güneş'in bin isminin tekrarlanmasıyla uzatılabileceğine inanıyordu. Budist geleneğini izleyerek, ruhun beyinden geçtiğini düşünerek başının tepesini tıraş ediyordu. Daha sonraki yaşamında vejetaryen oldu." (age, s. 303)

Ekber'in kişisel inançlarını bu şekilde okuduktan sonra, onun nasıl Müslüman olabildiğine şaşırmaktan kendini alamıyor insan. Namazı değiştirdi, inançlarında Müslüman olmayanları taklit etti, Allah azze ve celle'nin bizim için sağladığı sistemden memnun değildi. Allah azze ve celle'nin "Bugün sizin dininizi sizin için kemale erdirdim." (5:3) ayetine ikna olmamıştı. Mesele şu ki Ekber, tebasında bulunan farklı toplulukları yatıştırmak ve razı etmek için, Allah azze ve celle'nin emirlerini değiştirerek tüm dinler arasında bir uzlaşı oluşturmaya ve onları ortak bir inanç üzere bir araya getirmeye çalışıyordu.

Kral Abdullah'ın özel hayatı hakkında ise fazla bir şey bilmesek de, onu yaptıklarına göre yargılayabiliriz. Vatikan lideri Papa ile oldukça samimi bir şekilde görüşmekten çekinmediğini, Selman Rüşdi'yi şövalye ilan eden İngiltere Kraliçesi ile görüşmekten çekinmediğini, Mekke ve Medine'deki kutsal topraklarda haçlıların bulunmasından rahatsız olmadığını dünyaya ispatlamıştır. Ayrıca Gazze'de Müslümanlar katledilirken Yahudilere yönelik tek bir söz dahi söylemediğini, mücahitleri ve İslam alimlerini kitleler halinde hapse atıp akıl almaz işkenceler yaptığını da tüm dünyaya ispatlamıştır.

a.jpg

İki hükümdarın eylemlerini asla yeni bir dini savunmak olarak görmedikleri gerçeğini tartıştıktan sonra biraz düşünelim. İnançları gerçekten neyi gerektiriyordu? Ekber, ibadethanesinin farklı aşamalarında görülebileceği gibi, kurduğu sistemi, dozajı giderek artan bu aşamaların ardından bina edebildi. İlk başta, ibadethane kesinlikle sadece Sünni Müslümanlara açıktı. Zamanla Ekber Sünnilerin bazı görüşlerinden duyduğu hoşnutsuzlukla, Şiileri ne söyleyeceklerini görmek için sarayına getirmeye başladı. 1578'de ise Hıristiyanlar sahneye çıktı ve çok geçmeden Hindular, Zerdüştler ve Budistler de konuya dahil oldu. Kral Abdullah'ın ise son zamanlarındaki dinler arası girişimleri, Yahudiler ve Hıristiyanlarla samimi olup, tüm dünyayı "İslami terör"e karşı bir araya getirme arzusu tıpkı Ekber'in girişimlerine benziyor. Zira Abdullah da tıpkı Ekber gibi bu birleşmeyi sağlayabilmek adına İslamı sulandırıp ılımlı bir hale getirebilmek için kendi dinler arası diyalog çağrısını başlatmış ve bu çağrıyı tüm dünyaya yaymıştır. Günümüzde halefi Selman da bu programı farklı bir noktaya taşıyarak selefinin bayrağını devralmıştır.

Ekber, imparatorluğu içindeki "barışa" olan bağlılığı sürdürmek adına hiçbir şey ortaya koymadan sadece konuşan biri değildi. Saltanatı boyunca barış ve huzur ortamını sağlamak adına birbiriyle çatışan çeşitli dinleri birleştirmeyi amaçlayan bir dizi düzenlemeyi yürürlüğe koydu. Başlangıçta 1577'de hayvanların kesilmesi yasaklandı. Roychoudhury'ye göre bunun Jain veya Budist etkilerle hiçbir ilgisi yoktu, ancak gerçek şu ki niyeti ne olursa olsun yine de bunu yasakladı. İkincisi, 1580'de Pers Nevruz festivali belki de "Pers Şii hoşnutsuzluğunu yatıştırmak" için resmi bir kutlama olarak ilan edildi. Üçüncüsü, Hindular için yaban domuzu ve kaplan etinin yenmesine izin verdi. Bu nedenle bir Müslüman olarak, Hindular veya başka bir grup için izin verilebilir olsun ya da olmasın İslam devletinde yaban domuzu tüketiminin haram oluşuna karşı bir çekincesi olmadığını herkese gösterdi. Dinleri birleştirme girişimlerinin başka birçok örneği olsa da şimdilik bunlar yeterli diye düşünüyorum.

Abdullah ise Vatikan'a olan samimi bağlılığını göstermiştir. Papa'ya gitmiş ve onunla Suudi Arabistan'da bir kilise inşası hakkında görüşerek kendisine sembolik ama yine de önemli bir jest yapmıştır. (BBC Haberleri, Kiliseler Üzerine Vatikan-Suudi Konuşması, 18 Mart 2008)

Yukarıda bahsi geçen 1997'de Büyük Alimler Konseyinin yayınladığı fetvada bu konuda şöyle söylenmiştir:

"Herhangi bir Müslümanın tek bir komplekste (bir cami, bir kilise ve bir havra) inşa etme çağrısına cevap vermesi haramdır, çünkü bu İslam'ın yanı sıra Allah'a azze ve celle ibadet edilebilecek başka dinler olduğunu itiraf etmek anlamına gelir. Bu aynı zamanda İslam'ın diğer tüm dinlerin en üstünü olduğunu inkar etmek anlamına gelir."

Roychoudhury'nin anlattığına göre Kral Abdullah'a benzer şekilde Ekber, 1593 yılında Hıristiyanlara ibadetlerini serbestçe yapma ve kilise inşa etme özgürlüğünü verdi. Ancak Abdullah, Müslüman olmayanlara Mekke ve Medine topraklarında ibadethane inşa etme hakkı vererek Ekber'in amelini bir üst şeytani seviyeye taşıdı.

Ekber ve Abdullah arasındaki farklı dini grupları yatıştırma açısından benzerliğin son örneği cizyenin kaldırılmasıdır. Ekber kendi saltanatı döneminde, gayrimüslimler için büyük bir hoşnutsuzluk kaynağı olduğu için cizyeyi kaldırdı. Abdullah da aynı şekilde, "Hadimu'l Harameyn" sıfatıyla cizyeyi kaldırmıştır. Cizyeyi toplamayı terk ederek, cizyenin kaldırıldığını ilan etmeden sessiz sedasız bir şekilde bunu gerçekleştirdi. Kendisini "emiru'l müminin" ilan eden bu şahıs, cizyeyi kaldırma yetkisini Meryem oğlu İsa'dan alıp kendisinde toplama ukalalığını gösterebilmiştir.

Ebu Hureyre radiyallahu anh'ın rivayet ettiği hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

"Meryem oğlu İsa sizin aranıza adil bir yönetici olarak ininceye kadar Kıyamet kopmayacaktır, haçı kıracak, domuzları öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Para öyle bol olacak ki kimse onu sadaka olarak kabul etmeyecektir." Buhari (Cilt 3, Kitap 43, Sayı 656)

2) İkincisi, alimlerin kovulmaları ve hapsedilmeleri konusuna gelince, bu hem Ekber'in hem de Abdullah'ın yüksek puan alacağı bir konudur.

Roychoudhury şöyle aktarıyor:

"Sünni ulema, Ekber Şah'ın isteklerini yerine getiremeyince, Ekber onları kovdu ve farklı konularda ne söyleyeceklerini görmek için ellerini diğer dinlere uzattı."

Suudi rejimi, aralarında Şeyh Nasır bin Hamad el Fahd gibi büyük alimlerin bulunduğu salih alimleri susturması, hapse atması ve işkence etmesiyle kötü bir üne sahiptir.

Özellikle son dönemde kendilerine baskıların arttığı ve idam edilmelerinin gündeme geldiği isimler şu şekildedir:

Velid es Sinani (1965-): 1995'te Suudi yönetimine eleştirileri sebebiyle tutuklanan ve o zamandan itibaren kesintisiz olarak hapiste tutulan Velid el Sinani aynı zamanda Suudi Arabistan'ın en uzun süredir hapiste olan tutuklusu. Hakkında yaklaşık 30 yıldır mahkeme süreci işletilmeyen Sinani, resmi olarak suçlanmaksızın ve dolayısıyla bir cezaya çarptırılmaksızın hapiste bulunuyor.

Ali el Hudayr (1954-), Nasır el Fahd (1969-) ve Ahmed el Halidi (1964-): Üç isim de Mart 2003'te Irak'ın işgalinde Suudi yönetiminin ABD'ye desteğini eleştiren bildiriye ve hemen ardından ABD'nin talebiyle Suudi yönetiminin pek çok Suudi vatandaşı için yakalama kararını eleştiren 1 Mayıs 2003 tarihli bildiriye imza attıkları için Mayıs 2003'te tutuklandılar. Bu tarihten itibaren 21 yıldır kesintisiz olarak hapisteler. Uzun yıllar haklarında hukuki bir süreç yürütülmeden hapiste tutulan bu isimler hakkında 2014 yılında iddianameler hazırlandı. Peşi sıra ilk mahkemelerinde Fahd 31 yıl, Hudayr 23 yıl, Halidi 21 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Süleyman el Ulvan (1969-): Ülkesinde ve uluslararası anlamda tanınan bir İslam alimi olan ve hadis alanındaki çalışmalarıyla bilinen Süleyman el Ulvan, Suudi yönetimini eleştirdiği gerekçesiyle Nisan 2004'te tutuklandı. Hakkında hukuki bir süreç işletilmeksizin süren tutukluğunda ağır bir şekilde hastalandı. Serbest bırakılması için yürütülen geniş çaplı sosyal medya kampanyasının Arap Baharı'nın yaşandığı dönemde Suudi Arabistan yönetimini endişelendirmesi üzerine Aralık 2012'de serbest bırakıldı. Ekim 2013'te 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, Aralık 2013'te tutuklandı. Ulvan halen hapiste bulunuyor.

Abdülaziz et Tarifi (1976-): Önceleri sadece hadis alanındaki çalışmalarıyla bilinen Abdülaziz et Tarifi, 2010 yılından itibaren sık sık televizyon programlarına katılıp sosyal ve siyasi meselelere de sık sık değinerek sadece Suudi Arabistan'da değil tüm İslam dünyasında üne kavuşmuştu. Suudi yönetimini eleştirmesi nedeniyle Nisan 2016'da tutuklandı. Hakkında henüz resmi bir suçlama veya başlatılmış yargı süreci bulunmuyor.

Eğer bu örnekler yeterli değilse, Jihan el-Tahri'nin House of Suud isimli belgeselinden bir alıntı yapalım:

"Arabistan'ın kurulmasından beri, Abdulaziz bin Suud, kendisine muhalif olabilecek alimleri ortadan kaldırmak için İngilizlerden yardım istiyordu. 1902'de Abdulaziz, kendisine karşı savaşan kabileleri bastırma ve öne çıkma arayışına başladı. Bu hedefi başarmak için bahsi geçen alimleri kullandı. 1926'da, bu alimlerle beraber, Mekke ve Medine'yi ele geçirerek kendisini İslam'ın kutsal mescidinin fiili hükümdarı yaptı. İktidarda kalabilmek için ise bu alimleri yok etmek zorundaydı ve Müslüman kardeşlerine karşı savaşmayı meşrulaştırmak için kendisine sınırsız destek veren ulemaya gitti ve onlar da 'diğer muhalif alimlerin yanlış olduğunu' söyleyen bir fetva yayınladılar. Bu fetva vesilesi ile onlara karşı savaş açılabildi."

Abdullah'ın İslam dışı reformları yaymak için can attığını gören ve bunlara en çok ses çıkaran destekçileri olan Mutawwa'nın (dini polis) başı olan İbrahim el-Gays'i ve Yüksek Yargı Konseyi'nin baş yargıcı olan Salih el-Luhaydan'ı görevinden kovdu.

Körfez araştırma merkezinden Mustafa Alani'ye göre "Yargı konseyi başkanının görevden alınmış olması, Abdullah'ın amacının 'dini kurumun hukuk ve eğitim sistemleri üzerindeki etkisini azaltmak" olduğunu gösteriyor.' En ılımlı dindar sesler bile İslam'a karşı hoşgörüsüzlüğünü kanıtlamış olan Abdullah'tan merhamet görmüyor.

3) Üçüncüsü, İslam'dan dönmeyi yaymak için her ikisinin de İslami eğitim sistemlerine müdahale etmiş olmaları gerektiği sonucunun çıkması.

Roychoudhury'nin aktardığına göre:

"Ekber örneğinde, yalnızca Arapça öğrenimini engellemekle kalmamış, saf edebi Arapça yerine felsefe, astronomi, tıp, matematik, şiir, roman ve diğer kültürel konuların tanıtıldığı bir müfredatın getirilmesini istemiştir."

Suudi Arabistan örneğinde, 11 Eylül'den bu yana Suudi rejimi üzerinde, ABD-İsrail paktının saldırgan bulduğu ders kitaplarının bölümlerini kaldırması için muazzam bir baskı olmuştur. 11 Eylül'den önceki yıllarda aynı ders kitapları kullanılıyordu ve o zamanlar kimse bunlar hakkında herhangi bir endişe dile getirmemişti.

Meryem Al Hakeem, 22 Kasım 2005'de kaleme aldığı "Suudi Şura çalışmaları okul müfredatlarını yenilemeyi planlıyor" adlı yazısında şöyle söylüyor:

"Bu kitaplarda İslami olmayan bir şey olsaydı, ilk rahatsız olanlar ulema olurdu. Ancak ulema, 11 Eylül'den sonra rollerini değiştirmiş ve artık 'öğretmenleri öğrenciler arasında aşırı görüşleri yaymamaları konusunda uyaran ve bunu yapan herhangi bir öğretmenin kovulacağı konusunda uyaran' kişiler olmuşlardır."

Etiketleme, çocukların İslami eğitimine müdahale etmekle kalmamış, aynı zamanda aşırı görüşlere maruz kalanları "rehabilite etme" çabasıyla, "cihatçıların psikolojik danışmanlık, sanat terapisi, spor ve İslam dersleri içeren 12 adımlı bir programdan geçirildiği" cihat rehabilitasyon kampları kurulmuştur.

Cihadı meşrulaştıran Kur'an ayetlerini kaldıramadıkları için, "Kur'an'ın neye izin verip neye izin vermediğiyle ilgili yanlış anlamalardan onları vazgeçirmek" için psikolojik teknikler kullanarak ellerinden geleni yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar. İnsanların "doğru yönde" düşünmesini sağlamak için psikologlar getirildi. Ayrıca, programa katılanlar başarılı bir şekilde beyinlerinin yıkandığını kanıtlarlarsa, serbest bırakıldıklarında geçimlerini sağlamalarına yardımcı olmak için aylık 700 dolarlık bir maaş alıyorlardı. Bazılarına araba veriliyor ve bekar erkeklerin evlenmesi teşvik ediliyordu.

Müslümanları cihattan uzak tutmak için mümkün olan her şey yapıldı. Amaç onları dünya işleriyle meşgul etmek ve böylece serbest bırakıldıklarında, onları "karanlıklarından" çıkarıp "daha iyi bir hayat" verdikleri için Suudi rejimine borçlu hissettirmekti.

4) Dördüncüsü, hem Ekber hem de Abdullah, sadece faize müsamaha göstermekle kalmayıp, aynı zamanda onun savunucuları olarak da Allah'a savaş açmışlardır.

1583'te Ekber faizin serbestçe uygulanmasına izin verdi. Suudi Arabistan'ın her yerinde faiz bankalarının olduğu artık bir sır değil. Bunun bir örneği Suudi-İngiliz bankasıdır (SABB). "Kredi kartı" kullanıcı kılavuzlarında "faiz" kelimesi bir kez bile geçmez ancak meraklı bir okuyucu satırları rahatça okuyabilir. "Ödeme ve finans ücretleri" bölümünde "Kart sahibi, ödeme son tarihine kadar asgari tutarı temizlenmiş fonlarla ödemezse, Banka tarafından belirlenecek ve zaman zaman kart sahibine bildirilecek bir oranda gecikme ücreti alınacaktır." (Suudi-İngiliz Bankası, SABB Kartları Kullanıcı Kılavuzu) Burada "gecikme ücreti", asgari tutarı ödemediğinizde, gerçekte harcadığınız miktarın üzerine fazladan bir miktar ödemek zorunda kalmanız anlamına gelir ve bu da "faiz"dir.

Hem Ekber hem de Abdullah hayatlarını İslam'dan kurtarmak istediklerini hiçbir zaman iddia etmediler. Aksine, Kuran ayetlerini yanlış yorumlayarak kitleleri kandırdılar ve aslında kendilerinin Allah'ın dininin gerçek taraftarları olduğunu ve yaptıklarının "İslam öğretilerinden ilham aldığını" söylediler. İktidarlarını korumak için Allah azze ve celle'nin dinini değiştiren krallar ve imparatorlar bulmak yeni bir şey değil. Ümmet için daha tehlikeli olan ve dinden dönmelerini meşrulaştırmak için, para ile satın aldıkları alimlerini kullanan "içerideki" düşmandır.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 3159 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
2 Yorum
Kaan Çeben Arşivi